Göreve geldiğinde gerçekten iyi niyetliydi. Dosyalar birikmişti, sokaklar konuşuyordu, insanlar umutluydu. Her gün onlarca kişiyle tokalaşıyor, notlar alıyor, “buna hemen bakalım” diyordu. Ekibine “protokol bariyerlerini kaldırın, ben halkın arasında olacağım” talimatı vermişti. Makam odasının kapısı neredeyse hiç kapanmaz olmuştu. Herkese kulak veriyor, “artık işler değişecek” duygusunu yayıyordu çevresine.
Ama sonra…
Sonra sessizce bir çember örülmeye başlandı. Önce danışmanlarından biri “efendim herkesle bu kadar kolay temas kurmanız sizi yorar” dedi. Ardından bir diğeri, “efendim bazı insanlar size zarar verebilir, her söylenene kulak asmayın” diye ekledi. Sonra toplantılar azaldı. Randevular seyrekleşti. Herkesin erişebildiği siyasetçi, yavaş yavaş görünmez hale geldi. Görüşmeler artık birer filtreye takılıyordu. O filtre de, hep aynı adamlardı. Aynı yüzler, aynı sesler, aynı cümleler…
“Harikasınız efendim.”
“Halk size bayılıyor.”
“Liderliğiniz eşsiz.”
Siyasetçi farkında olmadan önce eleştiriyi kaybetti. Sonra gerçekliği. En sonunda da halkla arasındaki bağı. O dar ekip — kimsenin seçmediği, kimsenin tanımadığı ama her şeye karar veren o küçük kast — artık yönetimi ele almıştı. Siyasetçiyi dış dünyadan izole ettiler. Her talebi, her eleştiriyi süzgeçten geçirip ancak kendi işlerine geleni yansıttılar. Geri kalanlar “zaten art niyetli” ya da “rakiplerin oyunu” sayıldı.
Oysa dışarıda başka bir tablo oluşuyordu. Önce insanlar “çok yoğun, bize sıra gelmiyor” diyerek savundular. Sonra “eskisi gibi değil” dediler. Zaman geçtikçe cümleler sertleşti:
“Ulaşamıyoruz.”
“Dinlemiyor.”
“Bizden biri olmaktan çıktı.”
Ama içeride bunların hiçbiri duyulmuyordu. Çünkü içeride yankı vardı. Ve yankının sesi, gerçeğin sesinden daha yüksek çıkıyordu.
Bir zamanlar gazetelerde manşet olan ismi artık sadece resmi yazışmalarda geçiyordu. Önceden halkın omuzlarında yükselen siyasetçi, artık koruma şeritleriyle çevrelenmiş yalnız bir figürdü. Adı anıldığında gözler parlamıyor, dudaklar bükülüyordu. Oysa kimse ona düşman değildi. İnsanlar sadece kırgındı. Çünkü umut bağladıkları bir figür, kendi elleriyle ulaşılmaz hale gelmişti. Ve umut kırıklığı, öfkeye benzemezdi — sessiz olurdu. Soğuk, mesafeli, geri dönülemez…
Çember daraldıkça etkisi azaldı. Ekip içindeki birkaç kişi hâlâ onu alkışlıyordu ama o alkışların sahici olmadığını kendisi bile hissediyordu. Ne zaman kalabalıkların arasına karışsa bir gariplik oluyordu. Göz göze gelmemek için başlar eğiliyor, tokalaşmalar aceleye getiriliyordu. Kameralar dönse de kimse içten gülmüyordu artık. Çünkü herkes anlamıştı: O da gidenlerden biri olmuştu.
Ve herkesin hafızasında taptaze bir galeri vardı: Aynı koltuklarda oturmuş, aynı hevesle başlamış ama sonra aynı hataları yapmış isimler…
Kendilerini halktan üstün görmeye başladıkları anda çöküşleri başlamıştı.
Bugün arandıklarında açılmayan telefonlar onların…
Sokakta karşılaşıldığında görmezden gelinen gözler onların…
Selam verilmeyen, oturulan masalarda sandalyesi boş bırakılanlar hep onlar…
Bir zamanlar her şeyin merkezinde olanlar, şimdi en dış halkada bile yer bulamıyorlar. Geriye sadece birkaç kare fotoğraf kalmış. Bir de içten içe tekrar eden pişmanlık: “Acaba o zaman farklı davransaydık…”
Ama işte siyaset, zamanla unutmaz. Sessizce biriktirir. Ve zamanı geldiğinde, seni bir köşeye çeker ve aynayı yüzüne tutar.