Bir gün Alsancak’ta, Kadim Abi’nin sahafında eşim için Rusça kitaplar karıştırıyorduk. Tozlu rafların arasında elime Kiril alfabesiyle ama Azerbaycan Türkçesi’nde yazılmış ince bir kitap geçti: Üzü Dan Yerine – yazarı Abbas Abdulla. İsmini daha önce hiç duymamıştım.
Kitabın kapağını açar açmaz el yazısıyla yazılmış, içten mi içten bir ithaf karşıma çıktı:
“Kardeşim Maraş Bey! Sizi düşümde gördüm, hayatta buldum. Bakü’ye mutlaka beklerim”
(Muhtemelen İzmirli piyanist şantö Maraş Nacaroğlu olduğunu düşünüyorum bu kişinin)
Altında açık adres, telefon numarası… Kalpten dökülmüş cümleler. Bu kadar içten yazılmış bir ithafla sahaf rafına düşmek… İçim burkuldu. Kitap artık bir edebi metin değil, bir hikâyeye dönüşmüştü.
Kitabı Kerim Abi’ye gösterdim, “Bu yazarı bulacağım,” dedim. Fotoğrafına şöyle bir baktı: “Çoktan ölmüştür bence,” dedi. Bu umut kırıcı bir yaklaşımdı ama beni durdurmadı.
Eve gelir gelmez araştırmaya koyuldum. İnternette hakkında yazılmış birkaç yazı buldum. Ne bulduysam gözüm parlayarak okudum. Ve işte orada… Nazım Hikmet’in öğrencilik döneminde Bakü’ye yaptığı ziyaretlerden birinde, genç bir öğrenciyle karşılaştığı anlatılıyordu. O gün orada olanlardan biri, şairin bir öğrenciye ismini sorduğunu, öğrencinin de soyadını Rusça’daki gibi -ev, -ov ekiyle bitirdiğini aktarıyordu. Öğrencinin adı neydi, şimdi hatırlamıyorum — belki Hüseynov, belki başka bir şey… Ama Nazım, o anda durmuş ve şöyle demişti:
“Sen Hüseynov değilsin. Hüseyinoğlusun. Türklüğünü unutma!”
Bu söz, o gün orada olan ya da olmayan birçok gencin belleğine kazınmış. Kulaktan kulağa yayılmış, okullarda fısıltı gibi dolaşmış.
Ve bu cümle, Abbas Abdulla’nın zihninde bir çakmaktaşı gibi çakmış. O günden sonra Sovyetler’in karmaşık ideolojik yapısı içinde kendi Türk kimliğini inşa etmeye koyulmuş. Türkçü olmuş ama bir komünistten ilham alarak…
Bir çelişki mi? Belki. Ama Abbas Abdulla’nın — ya da Türkiye’de zaman zaman kullandığı biçimiyle Abbas Abdullah’ın — hayatı bu çelişkinin etrafında örülmüş bir şiir gibiydi.
Asıl adı Abbas Acalov’du. Gürcistan’ın, Azerbaycan Türklerinin yoğun olarak yaşadığı Borçalı bölgesinde, Bolnisi kentinin Kepenekçi köyünde doğmuştu. Sovyet döneminde babasının adı olan “Abdulla”yı soyadı gibi kullanmış; ancak 1980’li yılların sonlarında resmi soyadını “Hacaloğlu” olarak değiştirmişti. Bu isim değişikliği, kimliğini daha açık şekilde sahiplenmenin bir yoluydu onun için.
Sovyetler yıkıldıktan sonra Türkiye’ye, Azerbaycan’ın İstanbul başkonsolosu olarak atandı.
Ve sonra… Şairin yakın dostu Yücel Feyzioğlu’nun aktardığına göre, Alparslan Türkeş’in de olduğu bir MHP toplantısında Nazım’a küfrediliyordu. Tam o sırada Abbas Abdullah, Alparslan Türkeş’in genel başkan olduğu salonda kürsüye çıkıyor ve Nazım’ı savunuyordu:
“Siz dostunuzu da düşmanınızı da bilmiyorsunuz!” diye haykırıyor ve ardından da toplantıyı terk ediyordu. Hatırlarsanız o yıllarda Türkeş bir MHP kurultayında Nazım Hikmet’in Hasret şiirini okumuş ve ülkede bir şok etkisi yaratmıştı. İşte Feyzioğlu, Türkeş’in o şiiri Abbas Abdullah’ın gönlünü almak için okuduğunu da iddia ediyordu.
Bunları okuyunca artık onu tanımam gerektiğini düşündüm. Arkadaşlarımı devreye sokup kitabın arkasındaki telefon numarasını kontrol ettim. Yıllar içinde sadece başına bir “4” gelmişti. Aynı numaraydı. Titreyen ellerimle aradım.
Kulağı biraz ağır işitiyordu ama sesi sıcaktı. Her soruma içtenlikle yanıt verdi. Sovyetlerin yetiştirdiği kuşağın sade, gösterişsiz ama derinlikli haliyle konuşuyordu. Cevaplarındaki tevazu, bugünün tumturaklı kelimeleriyle kıyaslanamazdı.
Adresimi istedi. Bir süre sonra postaneden kendi elleriyle yazdığı, Nazım üzerine düşüncelerini ve onun “Türkçülüğü uyandıran” sözlerini içeren küçük bir kitapçık geldi. Kitapçığın içinde şu cümle özellikle dikkatimi çekti:
“Ben Nazım’ı Türk gibi tanımışım, Türk gibi sevmişim. Sovyetlerde ‘Türk’ sözcüğü bizim için yasaklanırken, Nazım bunu var sesiyle ilan ediyordu.”
Abbas Abdulla, Nazım’la ilk karşılaşmalarını da anlatıyordu o kitapçıkta. Nazım’ı ilk kez 1958 yılında, henüz üniversite birinci sınıf öğrencisiyken görmüştü. Mirza Fetali Akhundov’un sanat hayatına dair düzenlenen yıldönümü etkinliğinde (Azerbaycan Türkçesi’nde bu tür anma ve kutlamalara “yubiley” denir), ünlü yazarlar ve şairler kürsüye çıkıp konuşmalar yapıyordu. Nazım da sahneye çıkmış, o dönemde herkesin “Akhundov” diyerek andığı yazar için ısrarla “Akhundzade” demişti. Bir keresinde yanlışlıkla “Akhundov” deyince sahnenin kenarına tükürüp, düzelterek “Akhundzade!” diye tekrar etmişti. Bu tutum, Abbas’ın zihninde derin bir iz bırakmıştı. O gün, yalnızca bir şair değil, bir duruş görmüştü karşısında.
Bu yaşadıkları, Abbas Abdullah’ı Türklük bilincine olduğu kadar Nazım’a da bağlıyordu. Türkiye’de kendine Türkçü diyen bazı kişiler tarafından hainlikle suçlanan Nazım, Bakü’de bu genç yüreğe Türkçülük tohumları ekiyordu.
Ve bende arşa çıkan bu tanışma isteğini gerçekleştirmek için artık işe koyuldum. Bir an önce Bakü’ye gitmeliydim ve ondan Nazım’ı uzun uzun dinlemeliydim. Sonra yaz tatilinde Bakü’ye biletimi aldım ve kendisine hediye etmek için Nazım Hikmet desenli bir duvar halısı satın aldım. O kadar heyecanlıydım ki… Ama maalesef görüşme istediğim gibi olmadı. Ben Bakü trafiğinde biraz gecikmiş, onun da hastane randevusu gelmişti. Halıya çok sevindi ama uzun uzun konuşamadık. İçimde kalanlardan biri de budur.
Sonra belgeselini çekmek istedim. Yönetmen arkadaşım Erdinç’le Bakü’ye gidip kameralara bu kıymetli insanı anlatacaktık. Azerbaycan’daki gazeteci abilerimi de arayıp bilgi toplamaya başlamıştım. Söyledim de ona bu fikrimi. O da çok memnun olmuştu. Ama… nasip olmadı.
Tam o dönemde babamın ani gelişen bir rahatsızlığıyla sarsıldım. Yaşadığım şokla dünyayla ilişkimi kestim. Uzun süre telefon bile kullanmadım. Ne yazık ki bu süreçte Abbas Abdullah’la da bağım koptu. Ve babamdan kısa bir süre sonra da; 2019 yılının Eylül’ünde Abbas Abdullah’ı kaybettiğimizi öğrendim.
Oysa elimde, sesini, yüzünü, düşüncesini belgelemek için zaman varken, zamansızlığın içine düşmüştüm. İçimde kalanlardan biri de budur.
Bugün 3 Haziran. Nazım Hikmet’in ölüm yıldönümü. Yıllar önce Moskova’da kalp yetmezliğiyle hayata veda eden komünist şairin ardından binlerce yazı yazıldı. Ama ben bugün onu, Bakü’de Türkçü düşüncelerine ilham olduğu Abbas Abdullah ile anmak ve yazımı Abdullah’ın şiiriyle bitirmek istedim:
Göğsüne kurşun mu değdi
Vatan savaşında
Gurbet mi dağladı içini
Genç yaşında?
Boğaziçi’nde mi kaldı gözlerin?!
Yazık kardeşim!
Vatan, vatan demekten
Sende sabır mı kaldı?!
Neredesin şimdi?
Neredesin babam, dedem?
Toprağın ateş olup yanıyor mu?
Hasretten yine gözlerin buğulanıyor mu?
Kabrini nereye kazayım?
Hey gidi dünya!
Hey gidi Nazım!
Ruhları şad olsun.