Ortadoğu bir kez daha alev içinde. İran ve İsrail arasında tırmanan çatışma, yalnızca askeri bir gerilim değil, yıllardır biriken siyasal, ideolojik ve kültürel çarpışmanın dışavurumu. Roketler havada, açıklamalar ekranlarda patlıyor. Ancak tüm bu kaosun ortasında, haritanın köşesinde nokta kadar yer kaplayan İsrail’in, çevresindeki devasa Müslüman coğrafyaya nasıl yön verdiğini görmek gerek.
Daha önce Hizbullah militanlarının cebindeki iletişim araçlarını patlatarak örgütü yok olma aşamasına getiren İsrail, şimdi de İran’ın çeşitli yerlerinde yaptığı nokta atışı füze saldırılarıyla ağızları açık bırakıyor. Düşünün, Tahran’ın göbeğindeki çok katlı bir binada sadece hedef alınan daireye bomba düşüyor ve ne üst kat yıkılıyor
ne de alt kat. Nokta atışı. Sadece hedef, sadece hedefteki kişi. Ne bir cam fazla, ne bir duvar eksik. Bir ülkenin bu düzeyde isabetli, bu kadar “temiz” bir operasyon yapabilmesi yalnızca silahla açıklanamaz. Bu, aklın, disiplinin ve bilimsel eğitimin ürünüdür.
İsrail’in yıllardır uyguladığı şiddet politikalarının, Gazze’de ve Batı Şeria’da dökülen her damla kanın, yerinden edilen her insanın karşısındayım. Bu yazı İsrail’i aklamıyor. Aksine, Müslüman dünyasının neden bu denli geri ve pasif kaldığını sorguluyor.
Müslüman halklar, her saldırı sonrası birilerini “mazlumlar” diye bağrına basar. Ama şu gerçeği artık görmek zorundayız: O “mazlum” halkları bu hale düşüren, onları bu denli savunmasız bırakan dış güçlerden önce kendi içimizdeki karanlıktır.
Çünkü biz çocuklarımıza sorgulamayı değil itaati öğrettik. Akılla değil duayla yönetmeyi tercih ettik. Okulları bilim yuvası değil, dogmatik istasyonlara çevirdik. Herkesin eşit doğduğu bu çağda, İsrail laboratuvarlar kurarken biz müfredatta evrimi yasakladık. Onlar uzayı tararken biz hâlâ cehennem tasviriyle çocuk korkutuyoruz.
Bugün Ortadoğu haritasına baktığınızda İsrail küçücük bir lekedir. Ama iş eğitime, teknolojiye, stratejiye geldiğinde koskoca Müslüman coğrafyanın üstünde bir gölge gibi duruyor. Oysa bu coğrafya, tarihte medeniyetin merkeziydi. Bağdat’ta gökyüzü izlenir, Kurtuba’da tıp öğretilir, Semerkand’da matematik yazılırdı. Biz unuttuk; onlar çalıştı. “Benim dedem sıfırı bulmasaydı” diyerek geçmişle övünmenin de bugüne faydası yok. Dedemiz sıfırı buldu belki ama aradan geçen yüzlerce yılda biz sıfırı tükettik.
Peki bugün Ortadoğu coğrafyasında İsrail nasıl bu kadar güçlü de, biz nasıl bu kadar zayıf kaldık?
Cevap basit ama acı: Çünkü bizi yönetenler, çağdaşlığı tehlike, bilimi düşman, özgür düşünceyi sapkınlık ilan etti. Sorgulayan insan yerine, teslim olan kitleler istediler. Din, ruhu özgürleştirmek için değil, kitleyi yönetmek için kullanıldı. Bugün hâlâ eğitime imam vasıtasıyla müdahale ediliyor. Oysa imamın görevi ibadet rehberliği yapmaktır, savaş stratejisi üretmek değil.
Eğer bir gün gerçekten barış istiyorsak, sadece füzeleri değil, zihinsel geri kalmışlığı da bir dur demek zorundayız. Çünkü asıl savaş, toprakta değil; zihinlerde veriliyor. İsrail’in bir daireye bomba atıp diğerine zarar vermemesinin ardında yılların sistemli eğitimi varsa, bizim her bombayla birlikte kendimizi biraz daha kaybediyor olmamızın ardında da yılların eğitimsizliği var.
Ve unutmayalım: “Mazlum” olmak kader değil, bir tercihin sonucu olabilir. Eğer çocuklarımıza bilimsel düşünceyi vermezsek, onları sonsuza dek ağlayan halkların arasına hapsederiz. Ne demişti Hacı Bektaş-ı Veli; “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.”
Aydınlık günleriniz olsun.