Zülfü Livaneli’nin çok sevdiğim bir şarkısının adıdır:
“Kardeşin duymaz, eloğlu duyar.”
Bu dize, sadece bir kırgınlığın değil, insan ilişkilerine dair derin bir gerçeğin ifadesidir. Çünkü biz, en derin acılarımızı bazen en yakınlarımızdan saklarız.
Ve en çok da akrabamızdan.
Bir toplumda akrabalık, genellikle güven, destek ve aidiyet üzerinden tanımlanır. Ancak gerçek hayatta işler her zaman bu tanımlardaki kadar sabit değildir.
İnsan çoğu zaman hastalığını, borcunu, ayrılığını, dertlerini önce akrabasından saklar.
Çünkü bilir ki, bazı yaralar anlatıldığında sarılmaz, ağızdan ağıza dolaşır.
Akrabalıkta Çoğu Zaman Düşmanın Sessizi Vardır
Kan bağımız olan kişi, çocukluğumuzu bilir. Geçmişimizi, ilk zayıflıklarımızı, aile içindeki dengeleri…
Bu bilgi, çoğu zaman şefkati değil, kontrolü doğurur. Senin en zayıf anını, babanla kendisi arasında tartışmanın intikamıyla ödeştirir kan bağın olan kişi. Veyahut on yıllarca önce yaşanmış bir arazi kavgasıyla… Ve bu yüzden, insan aralarında kan bağı olan insanlara karşı güçlü görünmek zorunda hisseder.
Hatta hasta bile olsa…
“Falanca duymasın, sevinebilir.”
“Filancayla aramda hep bir yarış vardı zaten. Şimdi zayıf görürse, içi rahat eder.”
“Şu kişi çocuklarına anlatır, dedikodu olur.” diyerek saklar hastalığını.
Bu sadece korku değil, kırılma ihtimaline karşı bir ön savunmadır.
Çünkü bazen onun sevgisi, rekabetle gölgelenmiştir.
Çünkü başarı, mutluluk, sağlık – bunlar aile içinde görünmeyen bir sıralama tablosu yaratır.
Ve o tabloda geriye düşmek, para kaybetmek kadar itibar kaybı da sayılır.
Kan Bağında Paylaşım Değil, Yarış Vardır
Sosyolojik açıdan baktığımızda, aile içi rekabet toplumun en az konuşulan ama en yaygın gerilimlerinden biridir.
Bu rekabet:
-
Kimin düğünü daha şaşaalıydı?
-
Kimin çocuğu daha başarılı?
-
Kim daha zengin?
-
Kim daha az problemli?
diye görünse de, aslında sorulmak istenen şudur:
“Ben senden üstün müyüm?”
Ve bu soru ne yazık ki bayram sofralarında, düğünlerde, cenazelerde, sessizce sorulur.
Bu yüzden insan dert anlatmaz, çünkü bilir ki dinleyen kulak merhametli olmayabilir.
Bazı gözler acıya değil, zaafa odaklanır.
Bazı ağızlar dua değil, dedikodu taşır.
Bazı yürekler acıyı hissetmezl, zaferi yaşar.
Zayıflığın Yasak Olduğu İlişkiler
İnsan, dostuna ağlayabilir, komşusuna içini dökebilir, bir yabancıya bile hastalığını anlatabilir.
Ama yakınına anlatamaz.
Çünkü onunla aranda bir sınav vardır:
“Kim daha güçlü?”
Bu sınav yıllardır sürer, kazananı yoktur ama herkes içten içe puan toplar.
Ve sen bir gün düşersen, bu tablo değişir.
İşte bu yüzden insanlar, özellikle zor zamanlarında, yakınlarının önünde ayakta durma refleksi geliştirir.
Dikkat edin, bazı insanlar kansere yakalanır ama amcasına söylemez.
Boşanır ama teyzesinden gizler.
Çünkü bilir ki, bu bilgi onlara şefkat değil, “demek sonunda oldu” bakışıyla dönecektir.
Yeni Akrabalık Biçimi: Ruh Bağı
Artık modern toplumda insanlar, gerçek duygusal yakınlıkları kan bağıyla değil, can bağıyla kuruyor.
Bu yüzden bir arkadaş, bir komşu, bir meslektaş…
Akrabadan daha çok aileye dönüşebiliyor.
Çünkü sevgi, şefkat, sır saklama ve yük taşıma kapasitesi sadece aynı soyadından geçmiyor.
Akrabalık, kan bağından çok, duygu taşıyabilme bağlarıyla anlam kazanıyor.
Ve belki de en büyük devrim, şu cümlede gizli:
“Benim ailem, beni anlayanlardır.” ya da “kan bağı değil, can bağı”…
Son Söz
Kan bağı yıpranmaz bir bağ değildir.
Şefkatle beslenmediğinde, yargıya, kıskançlığa, uzaklığa dönüşür.
Ve insan, en çok da akrabasına anlatamadığı acıyla yalnızlaşır.
Zülfü Livaneli’nin o dizesini tekrarlayalım;
“Kardeşin duymaz, el oğlu duyar.”
Belki de yeni sorumuz şu olmalı:
“Gerçekten hangi bağ daha sağlam? Kan bağı mı yoksa can bağı mı?”