Toplumun hafızasında yer etmiş bazı sözler vardır; ilk duyulduğunda basit gibi gelir ama biraz durup düşününce o sözün ardında yüzyılların birikimi, gözlemi, deneyimi yatar.
“Anasına bak da kızını al” da bu sözlerden biridir.
Hatta Hurşit Yenigün ve Nazan Yeşiltan’ın eğlenceli bir şarkısının da adıdır bu söz;
…dur bakalım, biraz orda kal
gül ağacında ince dal,
arı kovanında sanki bal
anasına bak da kızını al…
Ne var ki bu söz zamanla yanlış ya da eksik anlaşılmıştır. Çoğu zaman yalnızca fiziksel görünümle ilişkilendirilir, hatta kimi zaman alaycı bir tonla kullanılır. Oysa bu sözün asıl anlamı, çok daha derin ve anlamlıdır:
Bir bireyin gelecekteki tutumunu, huyunu, terbiyesini anlamak istiyorsan; o bireyin yetiştiği aileye, özellikle annesine bak. Çünkü soy, sadece kan değil; görgüdür, terbiyedir, ahlaktır, duruştur.
Soy, Sadece Kan Demek Değildir
“Soy” kelimesi bizde çoğu zaman yanlış anlaşılır. Zannedilir ki “soylu olmak” sadece aristokrat kökenli, köklü bir geçmişe sahip olmak demektir. Oysa gerçek anlamıyla soyluluk, kuşaklar boyunca süren bir görgü, değerler zinciridir.
Yani bir ailede yalan yoksa, çocuk da yalan söylemenin kötü bir şey olduğunu öğrenir.
Bir evde kitap okunuyorsa, çocuk kitapla arkadaş olur.
Evde sürekli başkaları çekiştiriliyorsa, çocuk da farkında olmadan dedikoduyu normalleştirir.
Sofraya birlikte oturuluyorsa, saygıyı, sabretmeyi, paylaşmayı öğrenir.
Ailede “teşekkür ederim”, “özür dilerim” gibi kelimeler sıkça kullanılıyorsa, çocuk da nezaketi doğal bir davranış olarak edinir.
Bu yüzden bu atasözünü şöyle anlamak gerekir:
Kız ya da erkek fark etmez; bir çocuğun huyu, davranışı, ahlakı, içinde büyüdüğü evin aynasıdır.
Halk arasında buna benzer pek çok atasözü vardır. Her biri aynı hakikati farklı sözcüklerle anlatır:
“Üzüm üzüme baka baka kararır.”
“Armut dibine düşer.”
“Ne ekersen, onu biçersin.”
Bu sözlerin hepsi, “soy” kavramını yalnızca biyolojik bir aktarım değil, ahlaki ve kültürel bir miras olarak tanımlar.
Ailede alınan terbiye, bireyin tüm yaşamını etkiler. Bu yüzden bir aile ne kadar görgülü, düşünceli, bilgili ve dengeliyse, oradan yetişen çocuk da bu çizgide büyür.
Bu sadece kız çocukları için değil, erkek çocukları için de geçerlidir.
Bir evde kadın-erkek eşitliğine saygı varsa, o evin oğlu da kızı da bu fikri içselleştirir.
Evinde şiddet gören bir çocuk, şiddeti bir çözüm zannedebilir.
Evinde nezaket gören bir çocuk ise, yolda yürürken yere çöp atmaktan bile utanır.
Yani “soy”, sadece genetik bir miras değil, bir ahlak, bir tutum biçimidir.
Şuraya gelmek istiyorum;
Yıllar içinde çevremde birçok evliliğe tanıklık ettim. Gördüğüm şu ki; bir insanın çocukken içinde büyüdüğü ev, onun evlilikteki tutumuna da büyük ölçüde yansıyor. Ailesinde saygı görmüş, sevgiyi deneyimlemiş, sorumluluk almayı öğrenmiş bireyler, ilişkilerde de daha sağlıklı iletişim kurabiliyor.
Elbette istisnalar var. Zor şartlarda büyüyüp, tüm bu eksiklikleri kendi çabasıyla aşmış çok kıymetli insanlar da var. Ancak genel olarak, çocukken alınan ilk terbiyenin, sonradan öğrenilen birçok şeyden daha kalıcı olduğunu düşünüyorum.
Bu gözlemler bana şunu gösterdi:
Evlilik, sadece iki insanın değil; aynı zamanda iki aile yapısının, iki kültürün, iki anlayış biçiminin de buluşmasıdır. İlk bakışta etkileyici gelen şeyler –güzellik, dış görünüş, hoş sohbet– zamanla önemini yitirir. Geride kalansa kişinin hayata bakışı, saygısı, iletişim dili ve kriz anlarında sergilediği tutumdur. Ve bu özelliklerin kökeni, büyük ölçüde ailede atılmış temellere dayanır.
Bu yüzden tavsiyem şu:
Bir insanı tanımaya çalışırken, sadece onu değil; geldiği yeri, büyüdüğü ortamı, değer dünyasını da tanıyın. Yanlış bir evlilik, hayatınızda alabileceğiniz en pahalı ders olabilir. Bu dersi yaşamamak için önce bakmayı, sonra da gerçekten görmeyi öğrenmek gerekir.