Dün akşam televizyon karşısında tarihi bir ana tanıklık ettik. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, “Abdullah Öcalan Meclis’e gelip DEM Grubu’nda konuşma yapsın ve PKK’nın sona erdiğini ilan etsin” çağrısı, uzun süredir dokunulmayan bir alanı işaret etti. Ardından gelen PKK’nın silah bırakma görüntüleri, siyasetin önünde yıllardır duran taşın yerinden kıpırdadığını gösterdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu gelişmeyi “terörsüz Türkiye” için bir milat olarak nitelendirirken, PKK’ın üst düzey yöneticileri bunu bir “iyi niyet göstergesi” olarak sundu. Ancak asıl tartışma, bu gelişmelerin ardından sosyal medyada başlayan görüntülerle patladı: AK Parti, MHP ve DEM Parti bayraklarının aynı karede yer aldığı fotoğraflar, özellikle CHP içinden yükselen “Demlenme” eleştirilerini beraberinde getirdi.
Bu eleştiriyi yapanlar kendilerince haklıydı belki ama yıllarca kendilerine yapılan “suçlama”yı şimdi kendileri karşı tarafa yapıyordu. Dışlananlar yer değiştirmişti ama dışlama dili baki kalmıştı.
Bugün burada ne Bahçeli’nin niyetini tartışmak, ne iktidarın stratejisini çözümlemek istiyorum. Daha temel, daha köklü bir soruyla yüzleşmek istiyorum:
Bu ülkede neden birlikte yaşamanın asgari koşullarında bile uzlaşamıyoruz?
Ve bu sorunun cevabının bir ucu da, Kemalizm’in zaman zaman sergilediği dışlayıcı yapıya dayanıyor olabilir mi?
Küçük Bir Anı, Büyük Bir Çatlak
Liseye başladığım yıl, İzmir’in yoksul bir mahallesinden, kentin daha merkezi ve görece varlıklı bir bölgesindeki liseye adım atmıştım. İlk haftadan itibaren şivemiz, giyim tarzımız, müzik zevkimiz “farklı” bulunarak küçümsendi. Bu sadece bir ergenlik çatışması değildi; sınıfsal, kültürel ve ideolojik bir dışlamaydı.
Okulda üç kez İstiklal Marşı törenine yetiştim, ama sınıf sırasına varamamıştım. Bahçedeydim; hazıroldaydım ama bu dönemin okul idarecileri tarafından yeterli sayılmadı. Disiplin kuruluna sevk edildim. Kurul başkanı Eyüp Hoca bana şöyle dedi:
“Biz senin Atatürkçülüğünden eminiz, ama daha dikkatli olmalısın.”
O yaşta tam anlayamadım. Ama yıllar sonra bu cümleye şöyle döndüm:
Eğer Atatürkçü olduğumdan emin olmasaydınız ne olacaktı?
Ve daha önemlisi: Bir öğrencinin Atatürkçülüğünü sorgulamak, bir eğitimcinin ne haddineydi?
Bu anı, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi olan Kemalizm’in zamanla nasıl bir davranış kalıbına, bir “doğru yurttaşlık” kıstasına dönüştüğünü gösteriyor. Şive, aksan, müzik, kıyafet gibi yüzeysel göstergelerle yurttaşlık ölçülmeye başlanmıştı.
Kemalizm’in Elitist Kabuğu
Cumhuriyet’in kuruluşunda halkçılık temel ilkelerden biriydi. Ancak zamanla bu ilke, “halka rağmen halk için” anlayışıyla şekillendi. Kemalizm’in sekülerlik ve modernleşme hedefi, kimi dönemlerde geniş halk kesimlerinin taleplerinden koptu; yerine kentli, laik ve çoğunlukla Batılı yaşam tarzına sahip dar bir çevrenin kodları yerleşti.
Bu dönüşüm sadece kültürel alanda kalmadı. Siyasi temsilde de yansımasını buldu. Kürt kimliği, inanç grupları, taşralı yaşam tarzı ve farklılıklar sistem dışına itildi. Devletin resmi ideolojisi, zamanla toplumu şekillendiren bir sopa gibi kullanıldı.
Geçmişin Sessiz Tanıkları
1991’de SHP’nin Kürt siyasal hareketine Meclis kapısını açması bir dönüm noktasıydı. Ama bu açılım kısa sürdü. DEP milletvekilleri kürsüden indirildi, gözaltına alındı. Ardından faili meçhuller, kapatılan TV kanalları ve asimilasyon politikaları geldi.
Benzer bir cesareti Kemal Kılıçdaroğlu gösterdi. “Helalleşme”, “barış”, “yeni bir başlangıç” gibi kavramları siyasete soktu. Ama bu çabalar da devletin refleks duvarına ve kendi tabanı içindeki duvara çarptı.
2023 seçimleri bunun en açık göstergesiydi. HDP, kendi adayını çıkarmayıp Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekledi. Ancak Kemalist seçmenin bir bölümü, sadece “DEM’le aynı karede görünmemek” için tercihini Sinan Oğan’dan yana kullandı.
Demek ki mesele sadece oy değil; mesele zihniyet. Bazı seçmenler için kazanmak değil, “kimlerle kazandığı” daha belirleyici hale gelmişti.
Rejim Değişiyor, Muhalefet Değişmiyor
Bugün Türkiye’de açık bir rejim dönüşümü yaşanıyor. Cumhurbaşkanlığı yönetim şekliyle birlikte AK Parti hükümeti rejimi avucunun içine alırken, yargı bağımsızlığı aşındı, medya tek sesli hale geldi, anayasa değişikliği sıradan bir gündem maddesi gibi sunuluyor. Ama muhalefet hâlâ 1990’ların korkularıyla siyaset yapıyor.
CHP, DEM Parti ile kapı ardında pazarlık yaparken, kapı önünde kendi tabanına Dem’le birlikte olmadığına dair yeminler ediyor. Çünkü biliyor ki tabanında böyle bir mutabakata şiddetle karşı çıkanların oranı az değil. Bu ise yalnızca stratejik bir hata değil; toplumsal barışın inşası önünde ciddi bir engel.
Çünkü birlikte yaşamanın asgari şartı, aynı fikirde olmak değil; aynı geleceği kurmaya razı olmak. Ve bu razı oluş, en çok da geçmişle yüzleşebilme cesareti gerektiriyor.
Ne Yapmalı?
Kemalizm’i toptan mahkum etmeye çalışmıyorum elbette. Aksine, Kemalizm’in demokratikleşmesini, yani halkla yeniden temas kurmasını öneren bir sorgulama yapmaya çalışıyorum.
Bugün yapılması gereken nedir diye sormak gerekirse;
- Kemalizm’i bir yaşam tarzı muhafazakârlığına indirgemekten vazgeçmek,
- Geçmişin hatalarını, dışlamalarını ve baskılarını açıkça kabul etmek,
- Kapsayıcı, eşitlikçi ve adalet odaklı bir siyasal dil kurmak,
- Kürtler başta olmak üzere tüm farklı kimliklerin demokratik siyasetteki varlığını meşru görmek,
- Devleti değil toplumu merkez alan bir siyaset inşa etmek.
Şiddetin hiçbir biçimi savunulamaz. Ama görmezden gelmekle, bastırmakla ve “biz ve onlar” diliyle de barış kurulamaz.
Yeni bir başlangıç, önce zihinlerde başlar. Ve bunun ilk adımı, iğneyi kendimize batırma cesaretidir.

























