Bak dostum, sen artık aç değilsin. Ama beynin hâlâ kıtlıkta yaşıyor. Bu yüzden herkesten şüphe ediyorsun. Herkesin seni kandırmaya çalıştığını düşünüyorsun.
Senin için karşındaki herkes, senin ekmeğine göz dikmiş bir yırtıcı gibi.
Bakkal sana yanlışlıkla 1 lira eksik para üstü mü verdi? Hemen “Bu beni kazıklamaya çalışıyor,” diyorsun. Belki de o bakkalın zihni yorgundu, eli yanlış saydı, farkında bile değil. Ama senin kafanda tek bir senaryo var: Bu adam beni dolandırmak istiyor.
Bunu sadece yabancılara yapmıyorsun. En yakınlarına da yapıyorsun. Annen, kardeşin, eşin… Onlar herhangi bir şey yaptığı için değil, sen bir anlığına kuşkuya düştüğün için artık hain oluyorlar gözünde.
İçinden şöyle diyorsun:
“Ben bu kadar emek verirken, bu bana böyle mi davranır?”
“Bu ses tonu… kesin içinde bir bit yeniği var.”
“Bu mesaj… fazla kısa. Sakladığı bir şey olabilir mi?”
Çünkü dostum, bu artık açlık değil. Bu, kıtlık psikolojisinin yerleşmiş hali.
Ve en tehlikeli yanı şu: artık dışarıda değil içeride yaşıyor.
Biliyor musun, bu ruh hâli bana babamı doğuran kadını (kendisiyle tek bağım babamı doğurmuş olması) hatırlatıyor.
Metal leğenlerin içine yıkanmış kıyafetleri yerleştirip yüksek ayaklı yatakların altına saklardı.
Çünkü kafasında hep bir “birileri gelip alır” korkusu vardı.
Bir gün, leğenin içinden bir penyeyi çıkarırken bir an durdu.
“Benim lacivert penyemi biri değiştirmiş,” dedi. “Bu onun rengi değil.”
O an anladım: Bazen insan, bir penyenin rengini bile tehdit gibi görebiliyor.
Çünkü geçmişte o kadar çok şeyini kaybetmişti ki, kalan her şeye sıkı sıkıya tutunuyor, her şeye şüpheyle yaklaşıyordu.
Oysa kim ne yapacaktı onun penyesini? Neden aynı renkte başka bir tanesiyle değiştirme gereği duyacaktı?
Nereden geliyor bu paranoya?
Belki de bu şüphe, sadece yaşadığın mahalleye, günümüzün koşullarına bağlı değil.
Belki de bu korku, seninle başlamadı.
Anneannen, savaş yıllarında undan tasarruf etmek için ekmekleri saklıyordu.
Dedelerimiz, tarladan getirdiği buğday çuvalının yarısını geceleri gömerdi, “bir gün lazım olur” diye.
Onlar bu korkuları yaşadı. Sonra çocuklarına aktardı.
Biz de onlardan bu genetik mirası aldık.
Doyduğumuzda bile beynimiz hep, “bir şeyleri kaybetme ihtimali”yle yaşamaya devam etti.
“İyi niyetli olmak” yerine “uyanık olmak” öğütlendi yıllarca.
“İyiliğini suistimal ederler” dendi.
Ve o yüzden şimdi birine inandığında, arkasından dolandırılacağına da hazırlıklı oluyorsun.
Zihnin, olasılıklara değil tehlikelere odaklı çalışıyor artık.
Ve bu yavaş yavaş içini kemiriyor. Çünkü kimseye güvenmemek, aslında kendine de güvenememekle başlar.
Aç kalmak insanı öldürmez; ama doyduğuna inanmamak tüketir.
Bir düşün: Bugün artık yiyeceğin, barınağın, çevrende seni seven insanlar var.
Ama sen içinden sürekli şöyle diyorsun:
“Beni bugün seviyorlar, ama ya yarın?”
“Bugün iyiler, ama bunun altında ne var?”
İşte bu, kıtlık psikolojisinin paranoyaya dönüşmüş hâli.
Ve asıl acı olan şu: Artık seni aç bırakan dış dünya değil, seni tüketen, kendi zihnindeki açlık hissi.
Belki bu yazıyı okuyorsun ve içinden “Bu ben değilim” diyorsun.
Ama belki de şöyle diyorsun:
“Bu yazı tam benlik… ama bundan nasıl çıkılır bilmiyorum.”
İşte başlangıç noktası da tam burası.
Fark etmek.
Çünkü dostum, kıtlık zihniyeti senden çalınanlara odaklanır.
Bolluk zihniyeti ise elindekini görür, büyütür, paylaşır.
Ve unutma: Bazen en büyük bolluk, birine güvenebilme cesaretidir.

























