İnsanlık tarihi, aynı anda hem ilerlemenin hem de yozlaşmanın tarihidir. Bilim, teknoloji ve düşünce gelişirken; güç, adalet ve vicdan arasındaki denge bozuldukça zulüm yeni biçimlere bürünmüştür. Her çağda güçlü olan, kendi düzenini “doğal”, kendi çıkarını “meşru”, kendi şiddetini “zorunlu” saymıştır. Kölelik düzeninden sömürgeciliğe, totaliter rejimlerden modern işgallere kadar tüm bu dönemlerde değişmeyen tek gerçek, insanın gücü mutlaklaştırdığında insanlıktan uzaklaşmasıdır.
Bugün bu tarihsel döngünün en belirgin örnekleri, Gazze ve Doğu Türkistan’da yaşanmaktadır. Bu iki coğrafya, yalnızca siyasi değil, ahlaki ve vicdani anlamda da çağın aynasıdır. Her ikisi de, dinin, ideolojinin ve gücün insanlığın öz değerlerini nasıl çarpıtabileceğini gösteren trajik sahnelerdir.
⸻
Gazze: Ahlakın ve Meşruiyetin Çöküşü
Gazze, yüzyıllardır bir halkın varoluş mücadelesinin adıdır.
Filistin topraklarında süregelen çatışmalar, devletlerin diplomatik hesaplarının ötesinde, insanlığın vicdan sınavına dönüşmüştür.
Bugün Gazze’de yaşananlar, uluslararası hukukun ve evrensel insan haklarının içinin nasıl boşaltıldığının göstergesidir.

Bir halk, en temel yaşam hakkından mahrum bırakılmış; gıda, ilaç, su ve barınma gibi insani gereksinimler dahi siyasi bir silaha dönüştürülmüştür.
Bu tablo, gücün adalet yerine geçtiği, meşruiyetin ise sadece silah üstünlüğüyle ölçüldüğü bir dünyanın resmidir.
İsrail’in uyguladığı ablukalar ve saldırılar, “güvenlik” gerekçesiyle meşrulaştırılmakta; uluslararası toplum, çıkar ilişkileri uğruna bu trajediyi görmezden gelmektedir.
Gazze’nin yıkılmış binaları sadece taş yığınları değil, adaletsizliğin anıtlarıdır.
Orada yıkılan yalnız evler değil; insanın insana güveni, insanlığın vicdanıdır.
⸻
Doğu Türkistan: Sessizliğin Dili, Kimliğin Kaybı
Doğu Türkistan, kültürlerin, dillerin ve inançların tarih boyunca birlikte yaşadığı bir bölgeydi.
Bugün ise sistematik asimilasyon, gözetim ve baskı politikalarıyla bir halkın kimliği hedef alınmaktadır.
Toplama kampları, zorla çalıştırma, dini ibadet yasakları, çocukların ailelerinden koparılması; hepsi bir bütünün parçalarıdır: kimliksizleştirme süreci.
Bu süreç, modern dünyanın gözü önünde ve sessizliği eşliğinde gerçekleşmektedir.
Doğu Türkistan’da yaşananlar, sadece bir etnik azınlığın değil, insan onurunun yok sayılmasıdır.
Tıpkı Gazze’de olduğu gibi burada da meşruiyet, “güvenlik” ve “birlik” kavramlarının ardına gizlenmiş; hesap verebilirlik, devletin mutlak otoritesine feda edilmiştir.
Her iki örnek de, farklı ideolojik gerekçelerle aynı sonuca varmaktadır: insanın öz değerinin yok edilmesi.
⸻
Din Adına Zulüm, İdeoloji Adına Tiranlık
Tarihin en büyük trajedilerinden biri, insanın kutsal olanı istismar etme yeteneğidir.
Dini yönetimler, adaleti ve merhameti temel alması gereken inanç sistemlerini zamanla iktidarın aracı hâline getirmiştir.

Tanrı adına hükmeden yapılar, sorgulanamaz bir otorite kurarak adaletin yerine dogmayı, vicdanın yerine korkuyu koymuştur.
Oysa hiçbir kutsal metin, insanı küçültmeyi, özgürlüğünü yok saymayı, zulmü meşrulaştırmayı emretmez.
Sorun dinlerde değil; dinin insanın çıkar hırsına teslim edilmesindedir.
Bu yozlaşma, adaletin ruhunu çalarak dini yönetimleri ahlaki olmaktan çıkarır, ucube sistemler hâline getirir.

Ne var ki bu yozlaşma yalnızca dini yönetimlere özgü değildir.
Seküler yönetimler de aynı hastalığa yakalanmıştır.
Demokrasi, halkın iradesini yüceltme iddiasıyla ortaya çıkmış; fakat zamanla elitizmin ve oligarşinin aracı hâline gelmiştir.
Sermayeyi elinde bulunduran küçük bir azınlık, medya ve politika mekanizmalarını kontrol ederek halkın sesini bastırmıştır.
Sosyalizm ve komünizm gibi insan haklarını ve eşitliği önceleyen ideolojiler ise, pratikte devletin mutlak gücüyle bireyin özgürlüğünü yok etmiştir.
Dinin dogmatizmine karşı doğan bu sistemler, kendi içinde ideolojik dogmalar üretmiş; sonuçta hem dini hem seküler yönetimler, farklı gerekçelerle aynı adaletsizliğe saplanmıştır.
İnsanın özgürlüğü, dini despotlukta “kutsal adına”, ideolojik sistemlerde ise “eşitlik adına” gasp edilmiştir.
Böylece, ister teokratik ister seküler olsun, güç denetlenmediğinde zulüm ortak kader olmuştur.
⸻
Yeni Bir Arayış: Adalet, Meşruiyet ve Hesap Verebilirliğe Dayalı Yönetim
Tarih bize, gücü sınırlamayan hiçbir sistemin insanı koruyamadığını göstermiştir.
Bu nedenle yeni bir yönetim paradigmasına ihtiyaç vardır — gücü sınırlandıran, adaleti merkeze alan, insanı özne kılan bir anlayış.
Bu anlayışın temeli, Temsilde Adalet, Yönetimde İstikrar ilkeleriyle tanımlanabilir.
Temsilde adalet, toplumun tüm kesimlerinin —dini, etnik, kültürel veya sınıfsal— yönetimde temsil edilmesini sağlar.
Bu temsil, meşruiyetin en güçlü dayanağıdır; çünkü meşruiyet, yönetenin değil, yönetilenin rızasından doğar.
Adaletin temsili olmadan meşruiyet, yalnızca kâğıt üzerindeki bir kavramdır.
Yönetimde istikrar ise, bu temsilin kalıcılığını güvence altına alır.
Sürekli krizler, darbeler veya kaoslar, adaletin işlemesini engeller.
Dolayısıyla adaletin temsili kadar, yönetimin istikrarı da önemlidir.
Ancak bu istikrar, korkuya değil, hesap verebilirliğe dayanmalıdır.
Hesap verebilirlik olmadan istikrar, tiranlığa; temsil olmadan adalet, formaliteye dönüşür.
Bu üç kavram —adalet, meşruiyet, hesap verebilirlik— birlikte işlediğinde, güç kutsallığını yitirir, sistem insanileşir.
Bu anlayış, yalnızca bir yönetim modeli değil; insanın, insan kalma iradesinin teorisidir.
Gazze’de yıkılan şehirlerin, Doğu Türkistan’da susturulan dillerin yeniden hayat bulabilmesi, bu anlayışın küresel düzeyde hâkim olmasına bağlıdır.

⸻
Sonuç: Gücün Değil, Vicdanın Çağı
Bugün insanlık, teknolojik gücünün zirvesinde ama ahlaki olgunluğunun en zayıf noktasındadır.
Dünya, bilgi çağında cehaleti; medeniyet çağında barbarlığı; özgürlük çağında esareti yeniden üretmektedir.
Gazze ve Doğu Türkistan, bu çelişkinin en canlı tanıklarıdır.
Ancak karanlık, ışığın yokluğunda değil; ışığın unutulmasında büyür.
O ışık, adaletin ve vicdanın ışığıdır.
Temsilde adalet, yönetimde istikrar, hesap verebilirlik ve meşruiyet üzerine kurulu bir düzen, insanlığın kaybettiği vicdan dengesini yeniden kurabilir.
Bu, sadece siyasal bir reform değil, ahlaki bir diriliştir.
Gerçek barış, tanklarla değil, temsil ve adaletle sağlanır.
Gerçek istikrar, korkuyla değil, hesap verebilirlikle korunur.
Ve gerçek meşruiyet, zafere değil, vicdana dayandığında anlam kazanır.
İnsanlık, zulmün değil adaletin, gücün değil ahlakın, çıkarın değil vicdanın çağını başlatmak zorundadır.
Aksi hâlde Gazze’nin sessizliği ve Doğu Türkistan’ın suskunluğu, yalnızca iki halkın değil, tüm insanlığın utanç vesikası olarak tarihte kalacaktır.


























