Dünya siyasetinde tiranlık artık zırhlı ordularla değil, “adalet” söylemleriyle hüküm sürüyor.
Güç sahipleri adaleti bir değer olmaktan çıkarıp bir araç hâline getirdi. Demokrasi, özgürlük, hukuk gibi kavramlar ise artık yalnızca vitrin süsü. Bizde de tablo farklı değil: Geçmişte istibdat yönetimi ve Tahkikat Komisyonları döneminde baskı ne kadar görünürse, bugün aynı baskı biçim değiştirerek, daha yumuşatılmış ve daha örtülü şekilde devam ediyor. Fark, yalnızca ambalajında.
Batı dünyası ise bu oyunun ustası.
Bir yandan “uygar değerler” ve “insan hakları” dersi verirken, diğer yandan çıkarları uğruna insanlık suçu işleyen yönetimlere göz yumuyor.
Suriye’de bir terör örgütü formülüne uydurularak “seçimle iktidara gelmiş” bir devlet başkanı hâline getiriliyor. Aynı kişiler, ellerini kana buladıkları hâlde “uluslararası meşruiyet” kazanıyor.
Peki soralım: Kılıfına uydurulmuş bir seçim, teröristi devlet adamı mı yapar?
Batı için terör, ancak kendi topraklarına sıçrayınca mı terördür?
Gazze’de çocuklar öldürülürken, savunmasız insanlar bombalanırken, “demokrasi bekçileri” neden sessizdir?
Yoksa ölenler insan sayılmıyor mu, çünkü coğrafyaları yanlış yerde?
Bu çifte standardın bir benzerini Çin’in Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine uyguladığı zulümde de görüyoruz.
Bir yanda “komünizme karşı özgür dünya” naraları, diğer yanda ekonomik çıkarlar uğruna sessiz kalan hükümetler…
Birleşmiş Milletler’in, Avrupa Birliği’nin, NATO’nun bu vahşete karşı kayıtsız kalışı, insanlığın yüzüne vurulmuş kara bir lekedir.
Aynaya bakanlar hâlâ kendilerini insan olarak görebiliyorlar mı, emin değilim.
İslam dünyası da ne yazık ki bu tablo karşısında onurlu bir duruş sergileyemiyor.
Gazze’de bombalar yağarken, milyonlarca çocuk açlıkla boğuşurken, kimi Müslüman ülkeler Washington ziyaretlerinde milyarlarca dolarlık silah ve enerji anlaşmalarına imza atmakla meşgul.
Trump döneminde olduğu gibi, birkaç gün süren ziyaretlerin ardından “stratejik işbirliği” adı altında imzalanan 5 trilyon dolarlık anlaşmalar, insanlık değerlerinin üstünü örten bir utanç perdesi değil mi?
Üstelik bu ülkelerden hiçbiri, Güney Afrika’nın İsrail’e karşı Lahey Adalet Divanı’nda açtığı soykırım davasına gözlemci olarak dahi katılmaya cesaret edemedi.
Bu nasıl bir korkaklık, nasıl bir teslimiyet?
Ve bütün bunların ortasında, kendi ülkemize dönelim.
Bu coğrafyada halkın vicdanı, çoğu zaman siyasetin önünde gitmiştir. Türk halkı zalimin değil, mazlumun yanındadır. Adalet duygusu, tarih boyunca bu milletin en büyük rehberi olmuştur.
Ancak ne yazık ki bugünün muhalefeti, bu halkın vicdanını tam olarak temsil etmekte zorlanıyor.
CHP, tarihsel misyonu gereği halkın umudu olmak zorundadır. Ama umut, yalnızca söylemle değil, iç demokrasiyi yeniden inşa ederek doğar.
Parti içi delege sistemi, uzun süredir tabanın değil, dar kadroların elinde bir güç aracına dönüşmüş durumda.
Oysa halk, temsil adaleti istiyor.
CHP, bir an önce olağan kongresini toplayarak çarşaf listeyle il, ilçe ve genel başkanlık seçimlerini yeniden yapmalıdır.
Çünkü demokrasi, kapalı kapılar ardında değil, açık iradeyle yaşatılır.
Bugün Özgür Özel, kararlılığı ve enerjisiyle partisine yeni bir nefes kazandırdı. Ancak hiçbir siyasi hareket, yalnızca bir kişinin gayretiyle yükselemez. Kurumsal yapı, tabanın güvenine dayanmazsa umut uzun ömürlü olmaz.
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi, gücünü hep halktan almıştır.
Mustafa Kemal, düzenli orduyu kurmadan önce Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kurdu.
Çünkü onun için ordu milletin, yönetim halkın iradesine dayanmalıydı. Gerçek güç oradan doğar.
Eğer biz demokratik haklardan, özgürlükten, adaletten bahsedeceksek; önce bu kavramları kendi evimizde yaşatmalıyız.
Temsilde adalet, yönetimde istikrar ve halkla bütünleşen bir siyaset anlayışı olmadan ne demokrasi, ne umut, ne de gelecek olur.
Türkiye halkı, her zaman siyasetin bir adım önündedir.
Ama siyaset, halkın temposuna ayak uyduramazsa o halk, meydanları bir daha doldurmaz.
Unutmayalım: Başka bir ülkemiz yok.
Ve belki de bir gün, gerçekten özgür bir seçim yapma şansımız da kalmayabilir.
Bu yüzden bugün, şimdi, tam da burada; adaletin, özgürlüğün ve umudun yanında olmak zorundayız.
Gerçek demokrasi, “biz” dediğimizde başlar.

























