Sevinç, neşe ve mutlulukla geçirilen özel günlerin genel adıdır bayram. Kimisi için her gün bir bayramdır, kimisi içinse yılda sadece iki kez gelir; kimi zaman sevinçle, kimi zaman da hüzünle karışık bir heyecanla…
Ulusal anlamda, birlik ve beraberliğin; toplumsal başarıların kutlandığı günlerdir. Dini olarak ise, Allah’ın emir ve yasaklarını gözeterek; sosyal adaleti, paylaşımı, ziyaretleri, sofraları ve dargınların barıştırılmasını amaçlayan, derin anlamlar taşıyan günlerdir bana göre.
Arife Gecesi
Bayramdan bir önceki gece…
İç içe geçmiş duyguların gecesi bu. Bir yanda telaş, bir yanda özlem, bir yanda da buruk bir sevinç.
Ramazan ayında gözlüklerinin ardında kocaman cümleler kuran ağzında ceviz varmış gibi gibi “ben kutlamıyorum” diyen ablanın çıkışı geldi aklıma. Şimdi meraktayım:
Aynı abla bu Kurban Bayramı’nda da “ben kutlamıyorum” diyecek mi, yoksa kurban etinden yapılmış kavurmayı löp löp götürürken yakalanacak mı?
Tabii bayram dediğin sadece duygusal bir mesele değil; adeta bir ülke geleneği haline gelmiş aksiyon sahneleri de cabası:
Kaçan kurbanlıkların peşinden Usain Bolt misali koşanlar, İspanyol festivallerini aratmayan kovalamacalar…
Kurban yerine kendini doğramaya çalışan acemi kasaplar, olayları destanlaştıran haberciler, her sene aynı kavurma tarifini paylaşanlar…
Ve elbette akşamına mide zaafiyeti yaşayıp, “bir daha bu kadar yemeyeceğim” diye yemin eden ama ertesi sabah kaldığı yerden devam edenlerin bayramı.
Benim İçin Bayram…
Bendeki bayram biraz daha çetrefilli…
Bu, babamsız geçirdiğim üçüncü, annemsiz ikinci bayram.
Şeker, tatlı, et, kavurma, dana… Bunların hepsi bir yana; bayram, elini öpecek bir annen ve baban varsa bayrammış. Hayat sağ olsun, erken sayılabilecek yaşta bunu öğretti bana.
Benim bayram anılarım, gelenek ile modernizmin ön kapışmasının yaşandığı 1990’lı yıllara denk gelir.
Babam, bayramdan bir hafta on gün önce koç ya da keçimizi alır, sever, öper, koklar, beslerdi.
Bayram sabahı erken kalkar, birlikte namaza giderdik.
Küçük bir anekdot gireyim: 8–10 yaşlarındayım… Mahalle camimizde çok konuşan bir hocamız vardı. Bayram namazında vaaz verdi, namazı kıldırdı, konuşmaya başladı…
Kurbandan girdi, oruçtan çıktı, futbola, magazine, sonra da toplumsal konulara sardı.
En sonunda dayanamayıp “Baba bu adam daha ne kadar konuşacak, yeter artık!” diye camide bağırmamın ardından tüm cemaatin bana dönüp bakmasıyla hoca da biraz frene bastı.
Namaz çıkışı babamın, “Eşek oğlu eşek, camide isyan mı olur?” demesiyle, ilerleyen yıllarda bireysel katılıma dönecekti bayram namazlarım…
Yazının ilerleyen kısmında yine döneceğiz hocaya.
Namaz sonrası eve dönerdik.
Annem hayvanın gözünü bağlar, babam bağlayıp yatırır, keserdi.
Biz ayaklarından tutardık.
Kesim biter, yüzülür, parçalanırdı.
Taze tüketilmesi gereken sakatatlar hemen şişe saplanır, mangala giderdi.
Zamanında meşhur bir kebapçı varmış; yürek, böbrek, ciğer karışık yaparmış. Ama pişirme süreleri farklı ya, babam da bu konuda oldukça tutucu…
Bütün bildiğim küfürleri o kebapçının şerefine sıraladığım zamanları hatırlıyorum!
Sonra birlikte yemek yenir, dinlenmiş et kesmeyenlere pay edilir, bir but evde kalır, geri kalanı dağıtılırdı.
Ha, hocaya dönelim…
Bir bayram anneme gelip:
“Beyinin selamı var, bu bayram deriyi camiye bağışlayacakmış.” dedi.
Annem de iyi niyetle verdi tabii.
Babam eve gelince öğrendiğinde, “Ne selamı, ben öyle bir şey demedim!” deyince evi kahkahalar sarmıştı.
İlk günlerimiz genelde taşkala gibi geçerdi:
Macera, gerginlik, şakalar, şehir dışından gelenler, gidenler…
Asıl bayram, ikinci gün başlardı bizim için. Gerisi klasik…
Ama zaman değişti.
Toplumda ve bizde çevresel koşullar değiştikçe sofralar küçüldü.
Kurbanlıklar artık ya sabahın erken saatinde ya son gün gelmeye başladı.
Kesim, parçalama ve dağıtma iş olarak görülmeye başlandı.
Durumu olmayanlar yine de çocukları el âlem ağzına bakmasın diye kurban kesmeye çalıştı,
Kesebilenler ise bunu reklam malzemesine dönüştürdü.
Tel dolaplardan buzdolabına, oradan derin dondurucuya…
Kurban kesimi, dini ve sosyal bir sorumluluktan çıkıp et stoğuna dönüştü.
Bayram ziyaretleri sosyal statü üzerine şekillenmeye başladı.
Çalışan kesim, yarış atı gibi dakikalarla yarıştığı için, bayramlar artık sadece tatil olarak görülür oldu.
Kurban etleri doğrudan difrize, bayram ziyaretleri mesaj kutusuna,
Bayramlıklar ve kurbanlıklar ise kredi kartı ve borçla alınır hale geldi.
Ve biz de bu sistemin içinde,
“Ben de varım” diyebilmek için uğraş verir olduk…
Velhasıl
Bayramlar böyle hal alarak nereden nereye doğru gidiyor bilinmez.
20–30 yıl sonra ne olur, ne biter, tahmin yürütemiyoruz.
Ama bence bayram, bayram gibi yaşanıp çocuklarımızın zihninde yer etmeli, ortak paydamız olmalı diye düşünmekteyken;
60, 70, 80’li yokluk yıllarında bayramların insanlara ağır geldiğini de bilmekteyim.
Yakın zamanda kaybettiğimiz, “toprağım” diye sahip çıkabileceğim ve çok ortak noktamız olan rahmetli Sırrı Süreyya Önderin sesinden dinlediğim Abdurrahman Karakoç şiiri ile bitirmeden önce, kazasız belasız, bol sevinçli ve lezzetli;
elini öpecek babası ve annesi olanları şanslı ve mutlu saydığım…
Ve bayramı tam anlamıyla yaşayacak gençlerin ve çocukların bayramını tüm kalbimle kutlar,
esenlikler dilerim.
Not: Eti fazla yemeyin.
Haydi, iyi bayramlar.
Güneş yükselmeden kuşluk yerine
Bir adam camiden döndü evine
Oturdu sessizce yer minderine
Kızı “Bayram” dedi, yalın ayaklı
Adam “Bayram” dedi, tam ağlamaklı..
Eli öpüldükçe içi burkuldu
Konuşmak istedi, dili tutuldu
Güç belâ ağzından bir “off! ” kurtuldu
Oğlu “Bayram” dedi, sırtı yamalı
Adam “he ya” dedi, gözü kapalı..
Düşündü kış yakın, evde odun yok
Tenekede yağ yok, çuvalda un yok
Yok yoka karışmış; tuz yok, sabun yok
Avrat “Bayram” dedi, eğdi başını
Adam “evet” dedi, sıktı dişini..
Çalışsa ne iş var, ne cepte para
Dağ oldu içinde büyüyen yara
Dikti gözlerini karşı duvara
Takvim “Bayram” dedi, silindi yazı
Adam “öyle” dedi, bağrında sızı..
Döndürse yönünü herhangi dosta
Yaralı, gariban, dul, yetim, hasta
Aylar, yıllar, günler erirken yasta
Yer-gök “Bayram” dedi, ağzını açtı
Adam “Bayram” dedi, evinden kaçtı..