— Sisler Aralanırken
Hunharca bastıran bir yaz akşamının sıcağında, terin ve düşüncenin iç içe geçtiği bir iklimde, saygı ve sevgilerimle…
Bu yazıyı yazmamın bahanesi ise yakınlarda yaşadığımız büyük bir kayıp oldu.
Bir önceki karalamamda, duman altı bir düşünce ortamında, varoluşsal soruların ağırlığında biraz toz duman olmuştuk. Ortalığı sis kapladı sanki. Bu kez, fazla “error” vermeden o sisli ortamı aralamaya çalışalım.
Haziran’da ölmek zor.
Manisa Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek’in ani ölümü, tanıyan tanımayan herkesin içini yaktı. Çünkü o, bir makamdan çok bir insan olarak herkesin gönlünde yer edinmişti. Saygı ve sevgiyle anıyoruz.
Bu kayıp, içimde saygı kelimesinin üzerindeki tozları silmek, anlamını yeniden düşünmek isteği uyandırdı.
Saygı.
SAYGI.
“Her şey akar…” der Herakleitos.
Biz de hayatın akışında bazen bazı kavramları unuturuz, üzerlerine toz dolar.
Ama bazı kelimeler var ki, onlar oynanacak kelimeler değildir.
Kelimelerle ve dört işlem matematikle samimiyetim fazladır.
Bulmaca muhabbeti gibi kelimelerle oynamak, onları türetip farklı anlamlara kaydırmak, üstüne bir de hafif dalga geçmek bana keyif verir.
Ama bir kelime var ki… Onunla asla oynamam: SAYGI.
“Say” fiilinden türemiş bu kelime:
Say, sayın, saymak, sayılmak, saygı, saygınlık… Liste uzar gider.
Peki, saygı nedir gerçekten?
Türk Dil Kurumu şöyle tanımlıyor:
> “Değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu.”
Latince ya da Moğolcadan geldiği iddia edilir ama nereden gelirse gelsin…
Biz bunu yaşıyor muyuz gerçekten?
Kullanıyoruz, ama içini doldurarak mı?
Aslında bu tamamen bir inisiyatif meselesi…
Bir davranış zinciri…
İkili ilişkilerde, toplumsal düzende, bürokraside – kısacası hayatın her alanında karşılığı olması gereken ama özellikle son 20-25 yılda resmen işkence edilerek unutturulan bir değer.
Bunu somutlaştırmak için aklıma bir karakter geliyor: Ercüment Çözer.
İlk olarak Behzat Ç. dizisinde tanıdık onu.
Sonra da “SAYGI” isimli kendi dizisinde karşımıza çıktı.
Sosyopat bir karakterdi; topluma, kendine, karşısındakilere olmayan saygıyı zorla kazandırmaya çalışıyordu.
Yöntemleri tartışılır, ama alt metin doğruydu:
Toplumda saygı yoktu.
Aslında bize lazım olan da bu talep:
Saygının yeniden hak ettiği yeri bulması.
Çünkü hayat değişiyor, dönüşüyor.
Kolaylaşıyor, hızlanıyor.
Ve biz, bu dönüşümde toplumsallıktan bireyselliğe doğru savruluyoruz.
Ama birey olmayı bile tam öğrenemeden, ilkel benlik dürtüsüyle hareket ediyoruz.
Bir mağarada yaşar gibi hükmetmeye, üstünlük kurmaya çalışıyoruz.
Her şeyin hakkını kendimizde görüyoruz.
Trafikte yol vermiyoruz,
Sırada öne geçmeye çalışıyoruz,
Birbirimize yukarıdan bakıyoruz.
Saygı sadece başkasına değil, kendine de duyulmalı.
Ama öz saygısı olan insanlar bile artık hor görülüyor.
Ev içi ilişkiler bile bozuldu:
Baba anneye bağırıyor,
Anne çocuğu eziyor,
Çocuk anne babayı umursamıyor.
Saygı, göz göre göre gidiyor.
Neden “biz” diye konuşuyorum?
Çünkü bu sadece bireysel değil, toplumsal bir sorun.
Eğer aynaya baktığımızda yalnızca “ben” görüyorsak,
Orada toplum yok demektir.
Ve toplumun olmadığı yerde saygı sadece sözlükte yaşar.
40 yıldır aynı köşeye sarılıp oradan atıp tutan yazarlar gibi
“Ne olacak bu toplumun hali?” demiyorum.
Kahvede atıp tutan dayılar gibi
“Oyun büyük yeğenim…” bakış açım da yok.
Zaten M.Ö. tarihli tabletlerde bile yeni nesilden şikâyet ediliyordu.
Demek ki değişmeyen tek şey, değişimin ta kendisi.
Benim derdim başka.
Amacım; bizde geçmişte olan ama artık soyu tükenmiş bir hayvan gibi zulada unutulmuş değerleri gün yüzüne çıkarmak.
Mesela biz, “saygı” kelimesini bilmeden de
Ağaca, hayvana, toprağa, yaşlıya, çocuğa, yoksula saygı duyardık.
Edep gösterir, el verirdik.
İçimizden gelirdi.
Ama şimdi ne oldu?
Doktora saygı göstermeyip şiddete başvurduk.
Büyüğe değer vermedik.
Çocuğa, çocuklu kadına bırakın saygıyı – küçümsedik, geçtik.
Küçüldük.
Hem de göz göre göre.
“Toplum böyle” mi diyorsunuz?
E o zaman, sürü psikolojisine uyan koyunlar gibi yardan atlayalım hep birlikte.
Ben inatla şunu savunuyorum:
Kendi küçük dünyamız – yani ailemiz – aslında devletimizdir.
Bir baba, anneye saygı gösterirse…
Anne, babaya…
Ve ikisi birlikte çocuğa sevgi ve saygı ile yaklaşırsa…
O çocuk hem saygıyı hem sevgiyi öğrenir.
Ve bir gün o da, başkasına saygı duyar.
Ben, karşılıklı saygının sevgiyi doğuracağına inananlardanım.
—
SON SÖZ
Bugün olmazsa yarın…
Değişim ve dönüşüm, Herakleitos’un dediği gibi, devinim içinde sürecek.
Ege şivesiyle söyleyelim: “Dönüp durveccek.”
Bir gün belki bu yazı aklınıza düşerse,
İlk kuralı hatırlayın: SAYGI.
Kendimize…
Çevremize…
Canlıya, cansıza…
Bize ev sahipliği yapan dünyamıza…
Herkese ve her şeye.
İlk yazımda tanışmıştık, oldu bu dördüncü yazım, şimdi de danışalım:
Dünyayı kurtaracak adam değilim, ama yazdıklarımda yanlış mıyım?
Yukarıda bir yerlerde küçük bir tüyo da bıraktım bu yazıda gelecek yazımla ilgili.
Umarım keyifle okur, kendi pencerenizden bir bakış da eklersiniz.
Keyifli zamanlar…