Kavurucu bir sıcak sonrası, karasal iklime pek de yakışmayan bir yağmur ile serinleyen; aslında “bu yağmur da nereden çıktı arkadaş, haziran ayında” deyip, küresel ısınma mı yoksa değişken hava sistemlerinin bir cilvesi mi olduğunu çözemeden, yağmurun herkes için romantik; benim içinse kapalı bir alanda, ıslanmadan ıslananları seyretme keyfini yaşadığım bir akşamüstünden hepinize kucak dolusu sevgiler.
(Ne gerek var değil mi?)
Evet, başlık hafif ürpertici gelebilir ama korkmanıza gerek yok. Plüton’un devlet tanımından, Aristo’nun kenarından geçmeden, devlet halk için mi halk devlet için mi gibi mayınlı bölgelere girmeyeceğiz. Sakin olmanızda fayda var!
Bir önceki yazımda tüyoyu vermiştim ama ses çıkmadı. Konuyu biraz açalım. Başlıkta kopya verdim ama konuyu açıklayayım:
Ben inatla şunu savunuyorum: Kendi küçük dünyamız – yani ailemiz – aslında devletimizdir.
Peki nedir bu devlet? Devlet Bahçeli olmayacağına göre, yine saygının, baba ocağı edep adap terbiye ile birleştiği, dünyanın acımasız ve acınası boşluğundan önceki sığınağımız; yani evimiz, hanemiz ve kontrolümüzde olan alandır devletimiz.
Bu mesele durup dururken, şapkadan çıkan tavşan misali doğmadı. Belki yapım gereği, belki de mesleğimin getirdiği deformasyona maruz kaldığımdan; hayatta tüm sorunlara çözüm odaklı bir pencereden bakarım.
Mızmızlanmak, yakınmak bana göre değildir. Çözümün bir parçası olmaya çalışırım daima. Çünkü soruna odaklanmak; labirentin içinde kaybolup suçlu ve hedef arayarak bir nevi katil olup maktul rolü oynamaya dönüşür.
Çözemiyorsam, yapamıyorsam bozarım; o ayrı bir konu.
Acayip bir döngü dikkatimi çeker daima:
Basit bir sorun hakkında vatandaşa mikrofon uzatılır; “devlet bu konuyu çözmeli” der. Hükûmet muhalefete, muhalefet iktidara ya da vatandaşa topu atar; bu sorun yumak olup çıkar daima.
Bir kuruma gidersiniz; o sizi diğer memura, öbürü öteki memura, o şefe, şef müdür yardımcısına, müdür yardımcısı başkasına yönlendirir. Döner döner durursunuz topaç misali.
Aile, toplumu ve devleti oluşturan çekirdek yapıdır. Çekirdek yapıyı da oluşturan insandır.
İnsanı ele alarak; saygılı, etik, ahlaki değerlere ve değer yargılarına, hukukun ana temelini oluşturan şer’i ve örfi hukuka ve gerçek anlamda tüm semavi dinlerde bahsedilen “öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan söylemeyeceksin, paylaşacaksın, temiz ve pak olacaksın” gibi emir ve yasaklara birey olarak uyum sağlanırsa; evimiz, apartmanımız, mahallemiz, ilçemiz, ilimiz ve bizler bambaşka oluruz.
Birey devlettir, devlet birey. Her şey bireyden başlar.
Bu noktada Japonya’dan kısa ama ders niteliğinde bir örnek aklıma gelir:
Japonya’nın başkenti Tokyo’da bir adam taksiye bindi. Dil engeli nedeniyle gitmek istediği kurumun adı dışında pek bir şey söyleyemedi. Taksi şoförü anladı, başını salladı ve kültürlerinin bir parçası olan yolcunun binmesi için kapıyı saygılı bir şekilde açtı. Yolculuk başlarken taksi şoförü taksimetreyi açtı, bir süre sonra kapattı ve tekrar açtı. Yolcu şaşkındı ancak dil engeli nedeniyle sessiz kaldı. Enstitüye vardığında kendisini karşılayanlara, “Öncelikle taksi şoförüne yolculuk sırasında bir süre taksimetreyi neden kapattığını sorun.” Şoföre sorduklarında ise, “Yolda bir hata yaptım. Dönmem gereken dönüşü kaçırdım ve bir sonraki U dönüşü oldukça uzaktı. Benim hatamdan dolayı fazladan 2-2,5 kilometre daha gitmek zorunda kaldık. O sırada sayacı kapattım. Benim hatamdan dolayı artan mesafe için yolcudan ücret alamıyorum.” dedi.
İşte mesele budur. Küçücük bir birey, büyük bir devlet bilincini yüreğinde taşır.
Sonuçta herkes devletten şikâyet ediyor ama kimse devleti oluşturan bireyin kendisi olduğunu kabul etmiyor. Hepimizin evinin önünü süpürmesi gerekirken, biz hâlâ süpürgenin sapını kimin tutacağını tartışıyoruz.
O yüzden günün sonunda mesele yine aynı yere gelir:
“Devlet biziz dayıoğlu, biz olursak her şey çok güzel olur.