Çocuk dilinde bir fiil, “baba” kelimesinin ham ve yarım halidir.
Yarım kalmış, tamamlanmamış, eksik bir bütün gibi…
Birçok insan babasını hayattayken yalnızca yarısına kadar tanır. Diğer yarısını ise o gidince anlar; eğer şanslı ve duygusal kapasitesi yüksekse, o zaman tam anlamıyla anlar, anlaşılır…
Birçok metin, babaları “evin yetimi” olarak tanımlar.
Sevinçlerimiz, sırlarımız, hayallerimiz çoğu kez anne eksenli ilerler; doğanın kanunu da bir nevi böyledir.
Çünkü avcı-toplayıcı toplumdan bu yana baba, her zaman evin dışında olmuştur.
Geldiğinde yorgundur, zihnini dinlendirmek ister; kafasında ağır bir yük taşır.
Anne kalbinde taşır evladını, baba ise beyninde…
Kazanır, getirir, eşi ve evlatlarıyla paylaşmaktan haz alır.
Dışarıda iş hayatında çetin ve zorlu mücadeleler verir.
Evini, gemisini yürütmek zorundadır daima.
Evlatlarını bir yere taşımak, hayat standardını gücü yettiğince yüksek tutmak ve görünür-görünmez pek çok alanda mücadele vermek zorundadır.
Maalesef evlatları tarafından bu görünmez mücadele çoğu zaman görülmez; evde suçlu koltuğuna hep o oturur.
İyi bir eş, iyi bir baba, iyi bir aile reisi olmanın ağırlığı omuzlarındadır.
Evin ıssız ve yalnız adamı bir bakıma odur.
Öncelik çocukları ve eşidir daima.
İstediğimiz kadar ataerkil toplum desek de aslında görünmeyen yüzümüzde anaerkiliz.
İlk adımlar, ilk kelimeler, ilk sevgi ve sıcaklık anneden gelir.
Dertlerimizi, sevinçlerimizi, başarılarımızı çoğunlukla annemizle paylaşırız.
Zannederiz ki babamızın umurunda değiliz.
Oysa o; dağ gibi sorumluluk kucakladığı için bizim sevinçlerimize içten sevinir, gurur duyar; kelimelere dökemez.
Hayat meşgalesi evlatlarıyla arasına uçurum örmüştür.
Bu uçurum zamanla açılır, iletişim zayıflar.
Ergenlikte ilk iş babadan hesap sormaktır:
“Kimin babası ne yapmış, kimin babası ne almış…”
Gerçekleştirilemeyecek büyük hedefler babanın önüne konur.
Kimi şanslı evlat ise empati yapar.
Anne babasını eşit mesafede sever, bağlılık gösterir, şartları bilir ve ailesiyle birlikte tutunur hayata.
Böylesi evlatlar aileleri tarafından el üstünde tutulur.
Fakat bu defa da çevresindekilerin kıskançlık ve fesat dolu bakışlarına hedef olurlar.
Elbette her “baba” sıfatına sahip olan gerçek baba değildir.
Kendini bulamamış, kişiliği oturmamış, inisiyatif ve sorumluluk alamayan; hatta evladının başarısını kendisininmiş gibi gösterip sırtından geçinmeye çalışan boş insanlar da vardır.
Ama onlar bu yazının konusu değil.
Bugün Babalar Günü…
Anneler Günü gibi hareketli, Sevgililer Günü gibi debdebeli değil.
Sade bir gün…
Kimi yanındaki atasını bile hatırlamazken, benim gibi ailesine düşkün olanlar ise maalesef hasretini toprağa, mezar taşına, sessizliğe anlatmak zorunda kalır…
5-6.10.2022 —
Benim en çaresiz, en savunmasız kaldığım tarihtir bu.
Bu hayatta her şeye çare bulan ben, o gün en büyük çıkmazı yaşadım.
Sonrasında yaşadığım uzuv kaybı, büyük deprem ve felaketler bile beni o denli sarsmadı.
Çünkü onun gidişi, eksik bırakarak tamamladı beni…
Son nasihatleri:
“Doğru olacaksınız, dürüst olacaksınız, yalan söylemeyeceksiniz, mütevazı olacaksınız… Unutmayın: ‘Doğru sarsılır ama yıkılmaz.’”
Ve o nasihatleri bırakıp bu dünyadan gitti…
Yokluk içinde geçen bir yaşam…
İlkokul 2. sınıfta ailesine umut olmak için okulunu bırakan, azaplık yapan;
10 yaşında şehre gelip her işte çalışıp kardeşlerini okutmaya uğraşan…
20’li yaşlarda veremle ölüm kalım arasında mücadele veren; dünyanın bomboş, ve kötü olmak için çok kısa olduğunu anlayarak, o sonu erken yaşta hisseden,
Sabır ve tevekkülle sağlığına kavuşan;
İşçi sınıfının hakkını savunup sendikal faaliyetlere başlayan, bu yüzden işsiz kalan;
Savunduğu insanların selam vermekten korktuğunu gördüğü için;
”İyilik yaptığın insandan kötülük bekle sakın iyilik bekleme” diyen ve;
Sıfırdan kendini geliştirip meslek sahibi olan…
Gaziantep’te TİP’in kurucularından, milletvekili aday adayı…
TİP Kongresi’nde Mahir Çayan’la yumruk yumruğa kavga edip dişi kırılan; ama yıllar sonra hâlâ “iyi insanlardı, yazık oldu” diyebilecek kadar vicdan sahibi bir adamdı o…
Ve bunca çileye rağmen asla eğilmeyen bir baba…
Birbirimizi geç bulup, bir bakıma da çok erken yitirdik…
Ama geçmişe dönüp bakınca:
İlk çocukluk anılarımda, evde baş köşede oturan; sıcak, samimi bakışlı bir adam…
Yaptığım şakalara gülen (normalde çok ciddi bir tavrı vardı), güldüğünde gamzeleri çıkan; parkta metal kaydırakta asılı kaldığımı görünce koşarak yetişen (çok ağır kanlı olan bir adamdı o, şaşırdım).
Memlekete birkaç günlüğüne gittiğinde hasretinden hastalanan ben…
“Eşşolueşşek” deyişine bile mecazen hasta olurdum.
Yavru aslan misali, koltuğundan ayrılmadığım, nereye giderse peşinden ayrılmadığım adamdı o (miting, konser, köy, inşaatta çalışmak, kahvehane, parti toplantısı yer mekan fark etmez).
Neredeyse 15 yaşıma kadar, eve geç geldiği her gece istisnasız yastığımın altına çikolata koyup sabaha mutlu uyanmamı sağlayan…
Gülüşüyle merhamet, bakışıyla vakar ve ağırlık taşıyan…
Ciddi bir bakışıyla beni taş kesen adam…
Ben o gün sadece babamı kaybetmedim.
Dostumu, yoldaşımı, saatlerce tarih, siyaset, sosyoloji, politika, 68 kuşağı ve oradaki figürleri konuşabildiğim arkadaşımı kaybettim.
Emek-sermaye çelişkisinden Aziz Nesin’e kadar, çok yönlü sohbetler yaptığım en yakın yol arkadaşımı kaybettim.
Babanızın kıymetini bilin… Toprak alınca geri vermiyor; sesine, sedasına hasret kalıyorsunuz…
Eliyle toprağa vermeyen, o cansız bedeni kucağına almayan, ilk ve son kez sırtına almayan biri, “ben kaybettim” demesin.
Son Söz
Bazı kayıplar, kayıp değildir.
Onlar insana yükünü devreder.
Omuzlarına aldığın yükle büyürsün, yürürsün, susarsın, dişini sıkarsın.
İçin parçalanır, ama yere düşmezsin.
Aldığın mirasla dimdik yürürsün.
Ben o gün sadece babamı değil, kendimin bir parçasını, kalbimin bir kısmını da toprağa verdim.
Ama bilirim ki;
Bazı insanlar giderken bile eğilmez, eğdirmez.
Geride kalan da o dimdik duruşu miras alır.
Hayat bana acıyı öğretti.
Ama acının altında ezilmeyi değil, üstüne basıp yürümeyi de öğretti.
Hem de babam gibi, dimdik.
Her an zihnimde yankılanan son cümlesi:
“Doğru sarsılır ama yıkılmaz.”
Evet…
Ben de sarsıldım.
Ama yıkılmadım.
Ve yıkılmayacağım.
Toprak aldı.
Ama bıraktığı ağırlık bende.
Ve ben o ağırlığı, o dimdik duruşu namus gibi taşıyorum.
Çünkü bazı isimler toprağın değil; yaşayanların vicdanında, sırtında ve alnında taşınır.
—
*Dipnot & Veda
Herkesin aşk şarkısı olarak bildiği; fakat Mazlum Çimen’in, 1993’te Sivas’ta yakılan Madımak Oteli’nde hayatını kaybeden babası Aşık Nesimi Çimen için yazdığı şu dizelerle veda edelim:
Öyle ağırım ki kendime
Sen benden gittin gideli…
Terim küs olmuş tenime
Sen benden gittin gideli…
Öyle bıkmışım ki kendimden
Kurudum, düştüm dalımdan…
Sanki ruhum çıktı canımdan
Sen benden gittin gideli…
Bir cefam var idi, bin oldu
Aktı gözüm’ yaşı, sel oldu…
Yaz, baharım döndü, kış oldu
Sen benden gittin gideli…………