Girizgâh bir yazının veya sohbetin pusulasıdır. İlk kelimeler ya insanı içine çeker ya da hemen yargılanıp boş beleşlik diye kenara atılır. Yazmak da, konuşmak da bir noktadan sonra insanı vezir de yapar rezil de.
Çocukken çok konuşurdum. Babam sık sık, “Söz gümüşse sükût altındır,” derdi.
Yıllar geçti. Bu kez de “Sus dedik ama bu kadar da değil. Ağzından lafı kerpetenle mi alalım?” dedirtecek kadar suskunlaştım.
Ama bu sessizlikte düşünce derinleşiyor. Kendi kendime yaptığım sohbetler bazen en kalabalık meclislerin kararlarından daha berrak geliyor.
Sessizliğin sesi, duyabilene çok derin gelir.
Kendi kendine konuşana “deli” derler ya, bana göre o konuşmalar bazen insanın hayatını kurtaran rehber olur.
Alakasız yerlerden bağlantılar kurmak bana göre iyi bir yazının, iyi bir sohbetin ve hatta sürükleyici romanların temelidir. Bu tarzını beğendiğim yazarlardan biri, hemşehrim Ahmet Ümit’tir.
Aslında bugün yazmak gibi bir niyetim yoktu.
Ama sosyal medyada kısa videoları kaydırırken, bazıları beni güldürdü, bazıları düşündürdü.
Bizim insanımızın mizah anlayışı çok derin ve katmanlı. Asırlardır yoğrulmuş bir zekâ var. Koşullar değişse de mizah damarımız hâlâ kıpır kıpır.
1997 yapımı Mr. Bean filminden bir sahneye denk geldim mesela…
Filmde yanlışlıkla bir sanat yorumcusunun yerine geçen Mr. Bean, Picasso tablosunu mahvediyor ama sonra toparlamaya çalışıyor.
En çok da o meşhur repliği kaldı aklımda:
“Ben köşede otururum, resimlere bakarım.”
Bu cümle bana kendimi hatırlattı.
Ben de köşede durur, insanlara bakar, onlardan yazılar düşünceler üretirim.
Bir başka videoda ise eski bir müzik show programı vardı.
Sahnede virtüöz müzisyenler çalıyordu.
Ama asıl ilginç olan, şarkıcının nota bilmediği için şovu yönlendirirken kullandığı dil: Tarzanca.
Yani ne tam Türkçe, ne İngilizce…
Kendi uydurduğu bir müzik diliyle orkestrayı yönlendiriyor.
Eğitimsiz bir solist, müthiş müzisyenler, garip izleyiciler…
Ve bu karmaşayı tek bir bakışla yöneten orkestra şefi.
O bir kumandandı adeta.
Bakışlarıyla yön veriyor, enstrümanları ahenkle idare ediyor, sahneye hem disiplin hem de ruh katıyordu.
Yorumlara göz attım.
Virtüöz müzisyenler övülüyor, vefat edenlere rahmet dileniyor.
Ama orkestra şefinin de hayatını kaybettiğini öğrenince içim burkuldu.
Üstelik ölüm sebebi daha da sarsıcıydı:
Eşiyle birlikte altın vuruş yaparak bu dünyadan göç etmişlerdi.
İşte bu noktada insan, eğitimi, duruşu, hayat standardı ne olursa olsun uyuşturucu gibi bir girdabın herkesi içine çekebileceğini anlıyor.
Bu konu beni derinden sarsıyor.
Bir önceki karalamamda da intihar üzerine yazmıştım.
Empati kurmaya çalışıyor, “neden, niçin, nasıl” sorularını gazetecilik refleksiyle değil, insan olarak sorma ihtiyacı hissediyorum.
Belki de bu yüzden zihnim bu “ghetto”larda dolaşmayı seviyor.
Belki de insanları sadece ikiye ayırdığım için:
Düşene tekme vuranlar ve el uzatanlar.
Ya da belki sadece iç acıtan hikâyeler beni daha çok etkilediği için.
Şehir merkezinden uzak, köyden kente göçen, tutunacak dalı olmayan biri için hayat hep kenar mahallelerde başlar.
Orası, bir tür Türk usulü ghettodur.
Latin Amerika’da “favela”, Avrupa’da “ghetto”, bizde ise “kenar mahalle” kavramı.
Oralardan çıkan insanlar çok çeşitli:
İş adamları, mafya liderleri, kabadayılar, sanatçılar, müptezeller, sadece işinden evine giden garibanlar…
Ben de bu mahallelerden birinde başladım hayata.
Uzakta durmadım ama tam içine de girmedim.
Ama bol bol gözlemledim, hikâye biriktirdim.
Oralarda bir eşik vardır.
Ya okula devam edip kendini soyutlarsın, başka bir hayat kurarsın…
Ya da gözü karartıp gayrimeşruya bulaşırsın.
Ve genelde bu yolun giriş cümlesi aynıdır:
“Bir kereden bir şey olmaz.”
Ama olur.
Hem de çok şey olur.
Uyuşturucu, ya amacın ya da aracın olur.
Ama her şekilde seni bırakmaz.
“Sıfır Bir” dizisi bu anlamda çok çarpıcıydı.
Uyuşturucu; yaşa, sınıfa, eğitime bakmadan sinsi sinsi yayılan bir virüs gibi.
Kimlik bunalımı, yanlış arkadaş çevresi, ailesine öfkeli gençlik, bir defalık cesaret…
Hepsi birleşince bir hayat söner.
Gözümün önünde aile yıkımları yaşandı.
“Ölse de kurtulsak” diyen anne-babalar…
Ölen evladının ardından kalan hayatına küsen anneler…
Eşini kaybedip yaşama sevincini yitiren insanlar…
Bu bela sadece can almıyor, onur alıyor, umut alıyor.
Bu çağın en büyük dinamitlerinden biriyle karşı karşıyayız.
Ve bu mesele asla “etiket” ile geçiştirilemez.
Bu bir sosyal mesele, bir gelecek sorunu, bir yaşam hakkı meselesi.
Sosyal devletin, ailelerin, çevrenin bu yıkan sisteme karşı birlikte bir savunma hattı kurması gerekiyor.
Gençlerin beyni boş kalmamalı.
Boş beyin, bu yılanın en sevdiği yem.
İki kelimelik bir karalama ile bu konu çözülmez.
Ama umarım bu yazdıklarım, birilerinin zihninde kıvılcım olur.
Çünkü bir şey yapılmazsa…
Çok canlar yiyecek bu yılan.