Yorgunluk herkeste başka türlü yaşanır. Ağır işçiler sabahın köründe ya da gecenin koynunda, servis koltuklarında göz kapakları düşmüş hâlde uykuyla uyanıklık arasında giderler mesaiye. Günbatımına yakın inşaattan dönenleri izlerim; kimisi üstü başı toz içinde, sırtındaki yorgunluğu bir tahta sandalyeye bırakır, yandaki sandalyeyi koltuk altına çeker, diğerini masaya dayar. Oturuşları bile yorgunluğun tarifidir.
Memur başka türlü yorgundur. Elinde poşetiyle evine yürürken başı önündedir. Gün boyu biriken evrakların, toplantıların, sessiz kalışların tortusunu taşır omuzlarında. Genç olanı eşofmanını giyer, kulaklığını takar, yürüyüşe ya da koşuya çıkar — yorgunluğa tempo tutturmaya çalışır.
Köyde işler farklıdır. Günün sonunda duvar dibi ya da köy kahvesi doldurulur. Beden yorgundur ama kafa rahattır. Laklak başlar. Çünkü yorgunluk yalnızca bedenin değil, zihnin de sınavıdır.
Ama sadece onlar mı yorgun?
Okuldan dönen öğrenci de yorgun. Öğretmen de. Ev hanımı da. Herkes yorgun. Üstelik biraz da mutsuz. Herkes bir şekilde evine koşuyor. Sabah erkenden yollara düşülen şehirlerde, akşam saatlerinde yaşanan şey bir tür kavimler göçü. Otobüslerde, servislerde, metrolarda, kaldırımlarda akan insanlar… ama ne için?
Geçmişe dönüp bakınca, haftada bir sinema, ayda bir konser ya da fuar alt kesim için bile ulaşılmaz değildi. Ama zaman geçtikçe ihtiyaçlar da değişti. Sosyallik yerini asosyalliğe, mutluluk yerini yorgun bir huzursuzluğa bıraktı. Alışkanlıklar ve yaşam formları kaydı. Tıpkı balıkçıl olan martıların simide, ekmeğe alışması gibi…
İnsanoğlu her şarta, her koşula alışıyor. Dönümlerce araziye, geniş köy evlerine sığamayan insanlar, şimdi minicik apartman dairelerinde sıkış sıkış yaşıyor. Dünyaya sığmayan bedenler, eninde sonunda bir mezara sığıyor. Ve herkes, kendi küçük dünyasında bir yaşam formu kuruyor.
Ama nasıl?
Tüketerek…
Tükenerek.
Nefes almadan yaşıyoruz. Farkında değiliz aldığımız nefesin, geçip giden zamanın. Hayaller türbülansa giriyor, farkında değiliz. Zaten “küfür ötesi” bir kelime sarmış dört bir yanımızı: Acil.
Acil iki simit. Acil bir ekmek. Bu iş acil. Acilen eve gitmem lazım. Acil, acil…
Hastane “acil” kavramı bile günlük hayattaki kadar acil değil artık.
Bu acillikte yitirdiklerimizin farkında değiliz. Ama bu bir acizlik…
Onun da farkında değiliz.
Kışın yağan karın dondurucu soğuğunu, baharda uyanan toprağın kokusunu, cemre düşünce yerden çıkan buharı, yaz akşamlarının uzayan sohbetlerini, yaşadığımız günlerin, geçip giden zamanın farkında değiliz.
Ve işin tuhafı, biz bu farkındasızlığı alışverişle, etiketle, tüketimle kamufle ediyoruz.
İhtiyacımızın ötesinde telefonlar, gereksiz ekranlar, modanın dayattığı kimlikler…
Amerika’da insanlar klasik arabaların ruhunu yaşatırken, biz son modelin gösterişinde kayboluyoruz.
Her şeyin daha iyisine, daha yükseğine ulaşma arzusuyla zaman geçiyor…
Ve sonunda elimizde ne kalıyor? Eşyalar, hedefler, markalar… ama gerçek hayat yok.
Peki bu kara deliğin bir sonu var mı?
Yoksa biz de bu düzende, adını koyamadığımız bir modern köleliğin içindeyiz de farkında değil miyiz?
Ve sonra, hayatın son faslında konuşanlar oluyor.
Bronnie Ware adında bir hemşire, sekiz yıl boyunca ölmek üzere olan insanlara refakat etmiş. Onların son sözlerini dinlemiş. Ve not etmiş:
“Keşke kendi hayatımı yaşama cesaretim olsaydı.”
“Keşke daha az çalışsaydım.”
“Keşke duygularımı ifade edebilseydim.”
“Keşke dostlarımla daha çok vakit geçirseydim.”
“Keşke kendime mutlu olma izni verseydim.”
İşte hepsi bu.
Yaşam boyu biriktirdiğimiz her şeyin sonunda geriye bir “keşke” kalıyor.
O da cesaretimiz varsa…
Arka fonda çok tematik…
Andrea Vanzo – Soulmate.
Hayat kırılmalarını enstrümanize etmiş sanki.