Aslında her hayat bir senaryodur.
O senaryo bir oyunculuksa, herkes kendi tiyatro sahnesinin başrolünü oynar.
Ve oynarken farkına varmaz o perdenin, o anın kokusunun, o atmosferin.
Ne zaman ki perde kapanır, oyun sahneden kalkar, yerine yeni bir oyun sahnelenir…
İşte o zaman önceki oyunun tadı anlaşılır.
Tıpkı insanın yaşamındaki anılar gibi.
Hayatın da perdeleri vardır.
Biri açılır, biri kapanır biz fark etmeden.
İlkokulda kullandığın kalemin kokusu, kara tahtadaki tebeşir tozu, fırından yeni çıkmış ekmek…
Her koku bir izdir.
Her iz bir anı.
İçinde yaşarken bilmezsin, ne yaşadığını.
Son hatıralar, son anılar, son birliktelikler…
Bilemezsin, hissedemezsin, konduramazsın.
Aslında sevsen de sevmesen de, “baba ocağı” diye bir kavram vardır.
Eski olsun, yeni olsun…
İyi ya da kötü olsun, o ocak kavramı; ateşin üzerindeki ocak misali…
Uzaktan kokusu güzeldir, yanında ise imgeleri.
Bazen dumanı tüter, bazen ısıtır, bazen sadece güven verir.
İşte bu, tam da baba ocağıdır.
İçinde dağ gibi vakur bir baba…
Toprak gibi derin bir ana…
Gökyüzü gibi sonsuz, orman gibi koruyucu, deniz gibi engin bir yapı.
Ve o yapının içinde sen…
Ateş yanar.
Yemek pişer.
Köz kül olur.
Yemek biter.
Tencere iner.
Ocakta bir kül kalır.
Ama külün içinde hâlâ yanmakta olan bir köz…
Elini uzatırsın, yanarsın.
Ve o köz nereye değerse, orayı da yakar.
Sızlatır.
“Od yanar ocağında,
Şal yüzün donmuş, vurgun vurmuş,
Civan olmuş, pusta bel bağlama.
Ocak yandı kül oldu en yaman çağımızda…”
Erzurum türküsünün dediği gibi, bir melodi, bir türkü duygularını nereye çekersen oraya götürür.
Ocak yanmış, kül olmuşsa…
Gidersin bir gün, o ocağın başına…
Bakarsın: odun yanmış, kül kalmış.
İşte o kapanan sahne, insanın yüreğine kor gibi düşer.
Bir basit ağaç, bir eski merdiven, bir duvar, bir kapı…
Vaktiyle bir yaşam vardı orada.
Bir sevinç.
Sonra bir ateş düştü; kavurdu ve savurdu o sahneden geriye kalan her şeyi.
Ve ardından, bir iç sesi gibi yankılanır şu dizeler:
Biri, saksımızı çiğneyip gitti.
Biri, duvarları yıktı, camları kırdı.
Fırtına gelip aramıza serildi.
Biri, milyon kere çoğaltıp hüzünleri,
Her şeyi kötüledi, bizi yaraladı…
Sahne ışıkları canlıdan loşa döner.
Perde kapanmıştır.
Ve oyuncuların gerçek yüzü bir bir ortaya çıkar.
Biri vardır…
Her sahneye ve herkese müdahale hakkını kendinde görür.
Oyunun en büyüğü olduğunu sanır.
Ama en çok hatayı da o yapar.
Kaosu doğurur, düzeni bozar; hâlâ her şeyi kontrol ettiğini zanneder.
Bir başkası…
Oyunu içselleştirir.
Her bir sahneyi, repliği, sessizliği süzer.
Rol yapmaz, oynar. Ve içi dışı birdir.
Bir diğeri…
Dekoru düşünür.
Dekoru satıp kendi sahnesine yenisini kurmanın hesabını yapar.
Onun derdi oyunun ruhu değil, artan eksilendir.
Kimi vardır…
Tiyatrodan ayrılmak ister.
Kendi küçük “oda tiyatrosunu” kurmaya karar verir.
En iyisini bildiğini zanneder ama aslında en az anlayandır.
Derinliksizdir, yüzeyde yaşar.
Bir başka oyuncu…
Her şeyi değiştirmeden yeni oyunlara yelken açmak ister.
Olduğu gibidir.
Samimidir. İyidir.
Bazısı ise…
Uyumlu gibi görünür.
Ama sinsidir.
Hesapçıdır.
Kendi hatalarını oyundaki herkese yıkmaya çalışır.
En tehlikelisi o gibi durmaz; ama odur.
Ve biri daha vardır…
Rolü küçüktür, konuşması azdır ama etkisi büyüktür.
Sahneyi değil, bütün yapıyı görür.
Dekorun değişmesini, sahne arkasının görünmesini, salonun büyümesini ister.
Çünkü o, gerçekliği görmüştür.
Ve gerçeği görmek, en zor ama en büyük roldür.
Ne başroldedir, ne sahneye çok çıkar ama oyunun ruhunu en derininden hisseder.
Sahneyi değil, hayatı bütün olarak görmek ister.
Çünkü onun gözünde bu artık bir oyun değil, gerçeğin ta kendisidir.
Ama oyun bitmiştir.
Ve herkes, kendi rolünden, kendi baktığı yerden, kendine bir pay biçmiştir.
Makyajlar silinmiş, kostümler çıkmıştır.
Sahne ve salon sahipleri her şeyi oyunculara bırakmıştır.
Maskeler düşmüş, gerçek yüzler fazlasıyla görünür olmuştur.
Ve sonrası…
Meçhule kalkan bir gemi.
Yeni yüzler, yeni maskeler…
Artık herkes kendi sahnesinin, kendi tiyatrosunun, kendi salonunun derdine düşmüştür.
Ama biri hariç.
Çünkü herkesin eksikleri vardır:
Kendini tilki sanan bir sırtlan,
Aslan olduğunu zanneden bir kedi,
Çakal olan bir leopar,
Solucan olan bir anakonda,
Güvercin kılığında bir serçe,
Golden retriever olduğunu sanan bir pitbull…
Ve son oyuncu ise belki de kedi yavrusu gibi gözüken bir puma.
Puma gibi, sessiz ve derinden yürüyen biri vardır.
Sahneyi değil, hakikati temsil eden…
Ama aynaya bakan her oyuncu,
Kendisini olduğundan başka biri gibi görür.
Ve herkes, kafasında yeni bir senaryo yazar.
FİNAL: GERÇEĞİN PERDESİ
Kendini dev aynasında gören zavallılar,
Kendi küçük saltanatlarına hapsolmuşlar,
Boyun eğmek zorunda kalacaklar;
Çünkü büyük olan, bölünen değil, birleşen olacaktır.
Küçük olsun, benim olsun diyenler,
Tarih sayfalarında silinip gidecek;
Zira gerçek güç parçalanmakta değil,
Dayanışmakta, omuz omuza durmakta yatar.
> Herkesi düşünen, en çok yorulandır.
Ama aslında en büyük olan da odur.
Çünkü o; yük değil, sorumluluk taşır.
Unutma:
“Tahtı sallanan, gölgesinde kalır;
Güneşin altında birleşen ise dünyayı aydınlatır.”
Gerçeğinle var ol.
Sahnedeki maskeleri yırt.
Çünkü:
En büyük zafer, küçük hesapları aşmakta;
En güçlü ışık, karanlığı birleştirmekte.
Bu oyun bitmez…
Ama kiminle oynadığın değişir.