Kulaklık bana kalırsa, sessizlik ve saygının korunması bakımından en büyük icatlardan birisidir. Tüm dış dünyanın gürültü kirliliğini kesip müzikleriyle baş başa bırakıyor; bir anlamda seni seninle, seni iç sesinle, ruhunla buluşturup dış dünyadan iyi bir soyutlanma yakalamanı sağlıyor. İyi bir kulaklıkla yakalanan o atmosfer bazen terapi gibi, iyi bir sığınaktır.
Ancak toplu taşımada, otobüste, serviste kulaklık takmadan son ses video izleyip müzik dinleyenlerle orada büyü bozuluyor. Çevresine bangır bangır gürültü yayanlara, çevresini rahatsız edenlere çok sinirim bozulmakta. Bir dönem toplu taşımada telefonla konuşmak bile hoş karşılanmazken, şimdi edepsizlik üst sınırlara gelmiş vaziyette.
Bu tipler, genel olarak incelediğimde eğitim seviyesi düşük, kendini geliştirmemiş, laf söz ile eğitilemeyecek, ailesinden terbiye almamış, sosyal bir sınıfa ait olmayan, cahil ama özgüveni çok yüksek, kendinden başka kimseyi düşünmeyen, toplumsal yaşamın farkında olmayan, basit ve vasat tiplerdir. Adabı muaşeret kurallarına, zor yoldan da olsa öğretilmesi gereken varlıklardan bir kısmıdır.
Konumuz aslında müzik…
Çevremize “biz buyuz” demenin bir yolu, bir karakter yansıması. Daha önce “Evreni anladığımız kadar kaplar, kapladığımız kadar yaşarız; aklımız evrenimizdir” demiştim. Ve bu akıldan, bu yaşam şeklimizden bizi ele veren de bir bakıma müziktir.
Benim müzikle ilişkim çok yönlüdür. Dinlemeyi de, amatör ötesi olarak enstrüman çalmayı da, müziğin arka fondaki etkilerine bayılmayı da severim. Müzik, benim ayrılmaz bir noktamdır.
Benim müzikle tanışıklığım neredeyse kendimle yaşıttır. Evimizde uzun, ince, ahşap kasalı, çok uzak yerlere bile çeken bir radyomuz vardı. Çok çok eski ve frekansı çok yüksekti. Henüz ben bebekken, ağladığımda müzik ile sustuğum fark edilmiş. En yakın ses arkadaşım radyo olmuş ve beni yalnız bırakmak zorunda olduklarında, müzik ile uyur, sakinleşirmişim. İlk kelimelerim bu sayede çıkmış ve aklı kani olmaya başladığında Bulgar Radyosu, Polis Radyosu, Rusya’dan bir radyo, Polis Radyosu’nun radyo tiyatroları, “dıt dıt dıt şimdi haberler” diye başlayan TRT Radyosu’nun haberleri…
6-7 yaşlarında, radyolu kasetçalarlar, 45’lik, 60’lık, 90’lık kasetler… O dönemki kuruldan ne geçerse… Televizyondaki müziği sevmedim pek. Zaman, Y kuşağı temsilcilerinin çocukluğunun 90’lı yıllara denk geldiği yıllar. 1980 darbesi karanlığı ülkenin üzerinden henüz yavaş yavaş kalkarken, pop müzik İngilizce’den Türkçe’ye evrilirken çocukluğumdan aklımda kalan ve hâlâ arada dilime dolanan müzikler şunlardı:
MFÖ – “Mazeretim var asabiyim ben ve mecburiyetten”,
Yeni Türkü – “Biz Büyüdük ve Kirlendi Dünya”, “Destina”,
Selda Bağcan – “Ziller ve İpler”,
Erdal – “Gittin Gideli” gibi şarkılar… Keyifle dinler, peltek dilimle söylemeye çalışırdım.
Yine yasaklı, yasaklanan albümler, şarkıcılar ve şarkılar eşliğinde yaşımız büyüdükçe zaman geçtikçe hem müzik zevkimiz evrildi hem de bir bakıma aynı kaldı. Evde Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği, arabesk, pop müziği seven ev ahalisi ile çok renkli müzikler dinledim, etkilendim. Her müzik türünün en kaliteli örnekleri kulaklarımı şenlendirdi.
Görsel ve işitsel aletlerin çoğalması, televizyonların renklenmesi ve müzik setleri ile kaliteye doğru ilerledik. Bir dönem kasetçi dükkânları vardı. Abimin de kasetçi dükkânı olduğu için, türü ne olursa olsun kaliteli seslere kulağım alıştı. Ve sürekli kaliteli ses arar oldum. Hâlâ ortaya karışık müzikler dinliyorum. Çünkü kişiliğimizin geliştiği dönemlerde müzik piyasası, tüketim talebine göre ve devlet kontrolünde ilerliyordu. Alternatif müzikleri ise “es kaza” duyabiliyorduk. Müzik piyasasının özgürleşmesi zaman alacaktı.
Aile ahalisinin bir kısmı radyo ve kaset ile eğlenirken, diğer kısmı televizyonla ilgiliydi. Psikolojimi bozan ve hiçbir şey yokken bile kriz ortamındaymış gibi konuşan Reha Muhtar, TRT’de haber programı gibi bir şey sunuyordu. TRT, askerin göndere bayrak çekmesiyle İstiklal Marşı eşliğinde açılıp kapanıyordu. Daha “flulama” teknikleri akıl edilemediğinden, birçok görüntüye direkt maruz kalıyorduk. Bu da ayrı bir yazım konusu…
Zaman geçti, büyüdük biz de. Sırasıyla Walkman, mini radyo, diskman, iPod ve telefonların evrimiyle müzikleri telefona sokmayı başardık. Plak, bant kaset, radyo kanalları, CD’ler, mp3’ler, DVD’ler, dijital platformlar derken ilerledi müzik. Duymadıklarımızı duyduk, duyurmadıklarını da…
Müzik ki, ufkumuzu da açtı. Yerelden evrensele çok yönlü müzik zevkim gelişti. Şu an yazarken bile eskiyle yeniyi harmanladığım, 1982 model hi-fi Fisher marka bir müzik setine bağladığım Bluetooth modülüyle cep telefonumdan, Classical Inspiration Strings albümünden “Dragontense Classical” isimli keman solosunu dinleyerek bu yazıyı yazıyorum.
Müzik, dijital ortama geçtikten sonra ses kalitesi azalsa da artan ve güzel olan noktaları da oldu. Tekellerin elinden alınan müzik kaydı, bedavaya yakın ve çok renkli, evrensel bir kütüphane olarak hayatımıza yerleşti. Her ne kadar taş plakta söyleyen sanatçı, yanımızda konser veriyor gibi gerçek ve yakın bir ses verse de; kaset ana kayıt bantlarında gitaristin tınısı, klarnetçinin nefes aralığına kadar duyulurdu. Tertemiz “Hayki” kayıtlar dinlerdik.
Şu anki süreç ise, ulaşmak namına çok daha güzel. 1990’lı yıllara nazaran çok daha kaliteli teknolojik kulaklık ve müzik ekipmanlarımız artık mevcut. Ve gerçekten, bir çift kulaklıkla kendi dünyamızda, kendimizle baş başa kalabiliyoruz. Bu da ayrı bir güzellik.
Arkadaş, müzik sadece bir yazıya sığacak kadar sığ bir konu olmadığı için yazı dizisi hâlinde müziğin çeşitli yönlerine yolculuk yapacağız.
Keyifli okumalar dilerim.