Aslında mesele “bakmak” değildi;
Doğru çerçeveden görüp, doğru analiz etmekti.
Önyargıyla yaklaşmadan sorgulamaktı.
“Bende sana yetecek kadar ben kalmadı…”
Demişti şair, şiiri kapatırken.
Kendime bakınca, bende de bana yetecek kadar ben kalmamış galiba.
Şairlerden girizgâh açılınca Ahmed Arif’i es geçemiyorum nedense.
Herkesin okuyup tek seferde anlayacağı biri değildir o.
Nereli olduğunu bilmesem bile “Güneydoğulu’dur” derim.
Adıyaman tütünü gibi soluk kesen, fıstık sakızı gibi mistik,
İsot biberi gibi acı, ciğer kebabı gibi anlayanın tadını alabileceği eserler bırakmıştır.
Yangınlar, kahpe fakları, korku çığları
Ve irin selleri, aç yırtıcılar,
Suyu zehir, bıçaklar ortadasın.
Bir cana, bir başa geçmişsin vay vay!
Pusatsız, duldasız, üryan
Bir cana bir de başa
Seher zamanı leylim leylim
Cellat nişangâhlar aynasındasın.
Oy sevmişem ben seni…
Gündemi, gündemden gündeme getirmeden daha iyi anlatacak kelimeler de yok galiba.
“Derdin varsa git denize anlat.
Kedilere, bulutlara anlat.
Pencere pervazında çiçeklere anlat.
İnsana dert anlatılır mı hiç?”
Ben de öyle yaptım.
İki kanadımı da toprağa saklayınca, dolmayacak boşlukları toprağa, çiçeğe, ağaca, yeşile gömdüm.
İnsana anlatılabilir mi hiç?
Sukulent, kaktüs ve bonsai seviyorum, ilgilenmeye çalışıyorum.
Bonsai, bizim sert ve kurak iklimle haşır neşir olamıyor.
Ben de zeytin ağaçlarıma şekil vermeyi kafamda şekillendiriyorum.
Bonsai demişken, minyatür ağaç yetiştirme sanatı ve felsefesi, küçük insan Japonlardan gelen bir gelenek yine.
Madem bonsai bize uymuyor, ben de bize uyanları bonsai haline çeviririm dedim.
Şurdan buradan, öyle böyle derken elim toprağa değince;
simetrik desenlerine, dayanıklılıklarına, ayakta kalma mücadelelerine saygı duyduğum sukulentlerle donatırken küçük dünyamı,
bir yandan da kaktüsler dünyasına adım attım.
Devasa olmasa da 50-70 arasında irili ufaklı yoldaşlar edindim.
Çelik gibi iradeli ve dayanıklı, umulmadık şekilde hayata küsen,
yönünü güneşe dönen, çiçeği olmadan da göz alıcı olabilen,
bir yaprakla hayata tutunup devasa olabilen dikenli dostlar…
Ama kaktüsler, harbiden bir başka.
Bugün mecbur kaldığım için, bu mevsimde riskli de olsa kaktüslerle ilgilendim.
Budama, saksı değişimi, yavruları derken epey bir düşünceye daldım.
Baktıkça gördüm, gördükçe baktım.
Çok sağlam, dirençli ve mücadeleci canlılar.
Çölde güneşe, kuma, fırtınaya, gece ayazına direnen;
aylarca suya hasret kalan, aza kanaat eden,
çiçeğiyle “benim” diyen gülleri kıskandıran,
ama “benden uzak durun” dercesine dikenleriyle kendini savunan dostlar.
Dikenlerini göze alırsak, bize her türlü güzelliğini sunan bir canlı.
Ve bu zorlu şartlarda dünyanın en iyi ipeğini üretir.
Bir iş adamı bu ipekten daha fazlasını üretmek için tesis kurar.
Çok ilgi, alaka ve bakım yapılır.
Yalnız bir sorun vardır: Hiç ipek oluşmaz.
Bir bilim adamı durumu araştırır ve meseleyi anlar.
Sorun bakımda değil, o zorlu koşulların bir sonucudur.
Aslında kendi özgünlüğünü de bu şekilde korumuştur, faydacılara karşı.
Büyük beklentileri olmaz.
Kaliteli toprak, kaliteli gübre, ilgi aramaz.
Yerini sevdiği zaman da coşar.
Tıpkı iradeli, dirençli insan misali.
Zor zamanlar güçlü insanlar yaratır.
Güçlü insanlar iyi zamanlar getirir.
İyi zamanlar zayıf insanlar yaratır.
Zayıf insanlar zor zamanlar getirir.
Her zaman kolaya, hazıra konmak en iyi çözüm değildir.
Mücadele sonucu kazanılan zafer, en güzel zaferdir.
Dağda susuz kalıp soğuk suya kavuşmak,
Çok çalışıp acıkıp yemek yemek,
Çok yorulup güzel bir uyku çekmek misali.
Kaktüs gibi dikenli olmak iyidir.
Herkes o dikenlerin ardındaki güzelliği göremez.
O zorlu mücadeleyi, mütevazılığı anlayamaz.
Kolaya herkes talip olur.
Mesele zoru başarmaktır.
Görene, bakana, anlayana;
bir kaktüs nelere kadir…
Hayat beni de kaktüse çevirdi;
dikeni göze alan, gerçeği görebilir.
Neyse…
Ben şimdi cımbız, elimde dikenlere odaklanayım…
—

























