Kendimle konuşmama kararı aldım bu akşam, yoksa kavga edeceğiz.
Bu karar ne kadar sürer onu da bilmem ya
Kafamdaki düşünceler, kendi içinde birbirine zıt tezler olarak çarpışıyor; bir süre sonra bu çatışma o kadar büyüyor ki, susmak ya da kendine mesafe koymak gerekiyor. Her bir duyu organını ekstra hassaslaştırıp, kendi içine dönen ve kendine yetebilen bir insan haline gelince işler daha bir netleşiyor. Çevresel bağımlılıklar kopuyor, kangren olabilecek ilişkiler bir bir sona eriyor. Kendisiyle barışan, potansiyelinin farkına varan insan kadar tehlikeli başka kimse yok aslında.
Ruhunu anlayabilen, nefsine hükmedebilen herkes, yanlış yolda ilerlese bile kendi doğrusunda yürüyebilen biridir artık. Korkularıyla baş başa kalıp, onlarla yüzleşenler; doğruları ne olursa olsun Bağdat’a yürürler. Yol bitse de, dostlar yolda kalıp gitseler de, menzile varılır.
Peki, hangi dikenli yollardan yürüdün? Hangi sorunların karşısında durup, cesaretle çözüme yöneldin? Acaba acı kayıplar mı insanı tamamlar? Ya da kopuk parçalar bir araya gelince mi “tamam” denilir?
Bir iç savaşın eşiğindeyiz belki de; ama aklın barış antlaşmasına niyet ettiği, manifestosunu kaleme aldığı yerdeyiz. Piyanoda her basılan nota beynime, çellonun her titreşen teli yüreğime dokunurken; bu zorlu ve yalnız yolda nasıl yürümeli?
Geçmiş ve gelecek arasında savrulurken, Can Yücel’in dizeleri, evden kaçan Tolstoy’un hüzünlü portresi, birasını ve viskisini yudumlayıp dünyaya küfür eden Bukowski’nin delik deşik sureti canlanıyor gözümde. Sadece gönülden gönüle ulaşan yol ile anlaştığım bu zamanda, alfa kurdum bir tanecik kurdum Bulut’un hastalığının son evresinde, sevgisini sadece kuyruğunu sallayarak gösterebildiği günlerde yürüyemeyen … Onu kucağıma alıp kapıya çıkardığımda, ellerim başında, başı dizimde çaresizce göz göze baktığımızda; o mavi gözlerinden çekilen ışıkla gidişi…
Sevdiklerimizin gidişi; kalana mı zor, gidene mi, bilemeden kalakalmak…
Sobadan tavana yansıyan ışığın gölge oyunları daha gözümüzün önünden silinmeden, dün gibi; ilkokul beslenme çantasından gelen kumaş ve ekmek kokusu hala burnumda… Yıllar böyle hızla akıp gidiyor; nereye, kim bilir?
Şunları bir araya toplayayım dedim, bir güzel muhabbet edelim diye.
Mutfak işinden de anlarım. Sofrayı donattım, bayağı uğraştım. Her birinin ne yemekten, ne içmekten hoşlandığını iyi bilirim. Hayli para gitti buna.
Birinin yediğini öbürü yemez, ötekinin içtiğini beriki içmez. Dört kişilik bir sofra kurdum.
Mumları da yaktım. Bak, hepsi Erik Satie severdi, hatırladım. Müziği de ayarladım.
Geldiler.
20 yaşında ben, 35 yaşımda ben, 40 yaşımda ben ve bugünkü ben, dördümüz.
Birden 20 yaşımı, 35 yaşımın karşısına oturttum. 40 yaşımın karşısına da ben geçtim.
20 yaşım, 35 yaşımı tutucu buldu. 40 yaşım, ikisinin de salak olduğunu söyledi.
Yatıştırmaya çalıştım. “Sen karışma moruk.” dediler. Büyük bir kavga çıktı. Komşular alttan üstten duvarlara vurdu. 20 yaşım, 40 yaşıma bardak fırlattı. Evin içine ettiğimizin farkındayım.
Kabul ediyorum, bende kabahat var. Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine…
Yıllar geçerken kendine bile yabancılaşırken, el ne anlar değil mi senin bu halinden? Velhasıl kimler, neleri ne ile değiştirdi ve değdi mi bunlara? Değişirken kaybedilene değer mi?
Ay ışığında damda sallanan seyyar bir lamba altında kesilen o karpuzun tadını ne verebilir? Yolun sonunda ne var?
Belki de Kibar Feyzo’nun seyyar helasını merak eden masum köylü misali:
— “Al şunu, git içeri, iyice bak.”
— “İçeride ne var?”
— “İçeride aha şöyle değirmik delik var.”
— “İçinde ne var?”
— “Poh var.”
— “Sittir la…”
Velhasıl, işin ucu poğa sarmasa bari…

























