“Gerçek dost, unutulmaz; çünkü iz bırakarak gider.”
Gerçek dostlar, gelip geçmez; onlar iz bırakanlardır.
Bizim dostluklarımız, şimdiki nesil gibi “kullan-at” değil, sonuna kadar gider.
Bir defa omuz omuza verdik mi; dostluk, menfaatin değil, vefanın işidir bizim dünyamızda.
Bugünün hızlı tüketilen ilişkilerine benzemez bizimkiler; çünkü biz dostlukla yoğrulduk, dostlukla büyüdük.
“Yiyordu, içiyordu, uyuyordu, uyanıyordu; ama yaşamıyordu.”
Tolstoy, 1870 yılında kaleme aldığı Anna Karenina romanında böyle diyor.
Şimdiki hâlimizi görse, acaba nasıl bir betimleme yapardı?
Uyanıyor, işe gidiyor, yiyor, içiyor, sonra yine işe gidiyor…
Yaşamak için çalışıyor, çalışmak için yaşıyor derdi belki.
Neyse, ben bu cümleyi bir kenara not etmiş olayım. Benden sonra birileri bu sözü afilli bir şekilde sahiplenir, belki büyütür; dursun şurada.
Bizim nesil, tam anlamıyla arada kalmış bir nesil.
Hem yokluğun her türlüsünü gördük, hem de değişen dünyanın en uç noktalarını yaşadık.
Ev telefonu için PTT’ye dilekçe verip yıllarca bekleyen bizdik; şimdi en ileri teknolojiyi bir çırpıda silip süpüren de yine biziz.
Y Kuşağı, adeta köprü bir kuşaktır.
Bilye arabasını kendi elleriyle yapan da bizdik, şimdi imkân olsa dronla artistik uçuşun alasını yapacak olan da yine biziz.
Kelimeler birbirini bağladıkça, düşünceler de açılıyor önümüzde.
Gözünü açar açmaz denize koşmak zorunda olan caretta caretta misali, sokakta “it daşlamasın” diye 9 yaşının geç, 6 yaşının erken sayıldığı bir dönemde iş yaşamına atılan bir kuşak olduk biz.
Z Kuşağı ya da Alfa Kuşağı gibi “16-17 yaşında çocuk işçi mi olacağız?” diyecek bir cesaretimiz yoktu.
Hayat bize öyle bir yol çizdi ki, Sakıp Sabancı’nın meşhur sözü gibi yaşadık:
“Ağam, bizim yapmamız gereken nedir? Çalışmah, çalışmah, çalışmah…”
Ve işte bu düzlemde şekillendi hayatlarımız.
Edirne’den Kars’a, Venüs’ten Mars’a… Tanıdıklarımız, dostluklarımız — öğrenim hayatını dışarda tutarsak — hep iş bazlıydı.
Evet, çalıştık. Çalıştıkça da insanların vitrin yüzlerini değil, gerçek yüzlerini gördük.
Ve evet, bu yüzden kabuğuma çekildiğim doğrudur.
Çünkü farklı sektörlerde binlerce insan tanıdım ve zamanla öyle bir noktaya geldim ki, bir insanın yüzüne baktığımda karakterini sezebilecek hale geldim.
Hata payım düşüktür; ne tür insanlar gördük, neler geçirdik…
Kötülerin Allah canını alsın, iyiler bize kalsın.
Hayatımda bana yön veren, yol ayrımında gözüm kapalı güvenebileceğim bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az insan oldu.
Bu da garip bir tezat, değil mi? Hem insan sevmeyeceksin hem de gözü kapalı güveneceğin dostlara sahip olacaksın…
Bende var böyle bir dost.
Mesleğimin ilk yıllarında çaktırmadan bana destek veren, gelişimime katkı sunan…
Artık kabuğuma sığmadığımda bana yeni yollar açan, kararsız kaldığım anlarda satranç tahtasında bazen benim adıma hamle yapan…
Uzak kaldığımız zamanlarda telefonun ucunda düğümlerimi çözen…
Farklı yollardan yürüsek de menzilimiz aynı olan…
Parmağım koptuğunda beni en çok anlayan, kendisi benzer acıyı yaşadığı için benim de onu çok iyi anladığım…
Böyle bir dostum var.
Yusuf kardeşim, işten ve içten gelen dostluk böyle bir şey işte.
İşçiliğin dibinden gelip işletme koordinatörlüğü yapabilecek kadar yükselip, yine insan kalmayı başaran nadir insanlardansın.
Dostluğumuz daim olsun.
Şimdi diyeceksiniz ki “bize ne senin dostundan?”
Ama mesele o değil.
İyisinde de, kötüsünde de yanında duran biri varsa, beynin ve kalbin seni terk ettiğinde — bir mezar başında kaybınla baş başa kaldığında bile — seni yalnız bırakmayan dostların varsa, bilin ki onlar hayatınızın gerçek değeridir.
Varlıkta, imkânda yanınızda olanlar değil; her koşulda yanınızda duran insanları edinin kardeşlerim.
Binlerce insan tanıyan biri olarak söylüyorum: Dört gerçek dost, boş beleş yüzlerce arkadaştan iyidir.
Gerçek dostlar gölge gibidir: eğilsen de, doğrulsan da, düşsen de, kalksan da hep yanındadırlar.

























