Çekilmez bir adam oldum yine.
Uykusuz, aksi, lanet.
Bir bakıyorsun ki, ana avrat söver gibi,
Azgın bir hayvan döver gibi.
O gün çalışıyorum,
Sonra bir de bakıyorsun ki,
Ağzımda sönük bir sigara gibi,
Tembel bir türküye dönüyorum.
Sabahtan akşama kadar sırt üstü yatıyorum ertesi gün,
Ve beni büsbütün çileden çıkarıyor;
Kendime karşı duyduğum nefret ve merhamet.
Çekilmez bir adam oldum yine,
Uykusuz, aksi, lanet.
—
Nazım, Nazım, Nazım!
Sen nasıl bir Türkçe buldun da,
Bu kadar yalın ve matematiksel bir dille
Ölümsüz dizeler kazıdın?
Neydi seni bu kadar yakan?
Belki gurbet, belki hasret, belki zindan…
Ama kesin olan bir şey var ki;
Seni sen yapan, o amansız sevdandı.
Adını sonsuza kazıyan o kavgan.
Bu dizelere bakınca, bana sorarsan,
Anlattığın kişi DEHB’li bir birey.
Odaklandığında yorulmayı bilmeyen,
Ama tükendiğinde, yorgunluktan kalkamayan biri.
Biraz da ben gibi!
Galiba kendimi fazlasıyla akışa bırakıp,
Kendime gözümü kapattım.
Şimdi bir araba dayak yemiş gibi kemiklerim ağrıyor.
Kim dövdü lan beni?
Böylesi durumlar yılda iki kez çıkar karşıma.
Ne internetten hastalık seçerim,
Ne de burnu nemlendi diye doktora koşanlardan olurum.
“Katalogdan hastalık seçimi” deyince,
Bir anda geçmişe daldım,
Gözümün önünde 2006’lar belirdi.
Fenerbahçe semti, yat limanı, Fener Kalamış Caddesi ve Kalamış…
Bir tatlı huzur aldığım yaşam alanıydı.
İnsanlarıyla birlikte çok güzel bir yerdi.
Damacana su işindeyiz.
Dükkânda Aydemir abi, motorsiklette ben deniz;
Geçinip gitmeye çalışıyoruz.
Aydemir abi Rum asıllı, dört kuşak İstanbullu.
Gerçek İstanbul’u bilen, yaşayanlardan.
Türk sanat musikisi hayranı,
Maden Tetkik Arama’dan emekli “Bombacı Mülayim.”
Dinamit fünyesi hazırlamakmış işi.
Elli yaşlarında, yemeyi içmeyi seven,
Annesinin tek evladı ve gerçekten annesine çocuğu gibi bakan biri.
Bahşişimiz bol çıktığında, tost makinasında antrikot pişirebilen,
Dilek Pastanesi’nin akşamüstü çıkan sıcacık simidini kapıp,
Yan bakkaldan az ezine peyniri alıp,
Çay demleyip, evden getirdiği renkli tabaklarla
Damacana ve suntadan olan masamızı,
Evden getirdiği örtü ve tabaklarla
O yıllarda sunum kavramı yokken kral sofralara dönüştüren bir adamdı.
Günde dört sigara içerdi,
Yerinde duramazdı.
Bilim ve Teknik dergisi kurdu,
Durdurulamayan hiperaktif bir çocuktu o.
Bazen beni cinnete getirirdi,
Bazen abilik yapardı,
Bazen de ben ona abilik yapardım.
Zamanla bir huyunu keşfettim:
Ölümden çok korkardı ve hastalık hastasıydı.
“Öyle yapma, kanser olursun.”
“Onu yeme, kanser olursun.”
“Bu çaydanlık kanser yapar.”
Her gün mutlaka iki kez kanserden bahsederdi.
Ben de fırsatını bulduğumda şakaya vururdum:
— Aydemir abi, o elinde ne var?
Bir sivilce çıkmış sanki…
— Abi, o dolamaya benziyor. Bizim rahmetlinin elinde de çıktı.
Sonra boynuna sıçradı. En son fermuarı açarken patlamış,
Her yere yayılmış…
+++ Ee, sonra?
— Sonrası malum; tüm vücuda sıçradı, mefta oldu işte!
Koşa koşa giderdi sağlık ocağına.
Elini hafif keserdi.
— Abi, ne oldu?
— Asansör sacı kesti.
— Abi paslıysa, tetanoz aşın yoksa, o pas vücuduna girer;
Sonra kuduz gibi ağzından köpük çıkarsa?
Bizim tanış öyle rahmetli olmuştu.
Vınn! Aydemir abi hastaneye,
Elini sardırıp tetanoz aşısı olmaya!
Acı tatlı birkaç yılımız geçti böyle.
Sonra yollar ayrıldı.
Cep telefonu sevmezdi.
Birkaç yıl sonra duydum,
Annesi vefat etmiş.
Ardından şeker hastası olmuş.
Bir deri bir kemik kalmış.
Onu tanıyanlar moral vermeye çalışmış.
Üç beş yıl sonra ise duydum ki,
Kanser olmuş.
Ve o korktuğu kanser, fazla sürmemiş.
Sağlığında it gibi davrananlar,
Tabutu başında çok ağlamış.
Ama ne fayda?
Giden gider, geri gelmez.
Geriye kalan, iyi kötü hatıralar…
Hasta olduğumda gelir aklıma Aydemir abi.
“Yoksa ölür müyüm? Daha gencim…” deyişi.
Arada söylediği şarkılar…
Duygulanınca yuvarlak gözlüklerinin arkasından dökülen damlalar.
Köhne ortamımızda, rengârenk bir dünya kurardı.
Farklılıkları vardı; farklı düşünürdü son ve sonsuzluk hakkında.
Nasıl bir dünya hayal ediyorsa,
Artık orada, dünyasının hayrını görsün.
Nazım diyordum ya; Nazım’la başladım, Nazım’la bitireyim:
Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın,
Bir sincap gibi mesela;
Yani yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden.
Yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
Öylesine ki,
Kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
Yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda,
İnsanlar için ölebileceksin.
Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için.
Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken.
Hem de en güzel ve en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Yetmişinde bile zeytin dikeceksin,
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak yanı ağır bastığından.
1947

























