Ilık bir rüzgar, sükunetli bir sessizlik, saçma sapan bir romantik roman ve hayata benimle dönen, retro teknolojiyle yenilediğim yaşlı Fisher yarı mekanik amfiden hoparlöre akan Mark Eliyahu, Evgeny Grin, Justine Griffin… Dolu bir kupa çay, yeterince tütün ve arada bir rüzgarla gelen, ama endüstriyel bir gül kokusu.
Artık azınlık bir elitlik, bir şeyler okumak; halk dilinde entel sevdası işte. Ne geçiyor elimize, okuyunca değil mi? Okumayı sökünce kelimeler anlam bulmaya başladığında, ilgimi çeken ilk şey ince, üzerinde onlarca kelime ve resim olan kağıtlardı. Ekmekle birlikte gelen tepsinin üzerindeki örtülü kağıtlar, kırmızı puntolar; Hürriyet, Milliyet, Sabah… Ekmek tazeyken mürekkep kokusu, ekmekten bile daha çok ilgimi çekmeye başlamıştı. Her ekmekle birlikte yeni kelimeler öğreniyordum: manşet, ilk sayfa, üçüncü sayfa haberleri, köşe yazıları… yetmediğinde ise Türkçe sözlük.
Kim bir Türkçe sözlüğü baştan sona okur ki? Ama küçük, bol sayfalı, hikayelerden oluşan toplama bir kitap vardı; Uykucu Mahmut, sonra içinde Ali’nin Topu vardı galiba. Okul arkadaşlarının gazına gel “Sen tut annenin kötü günler için biriktirdiği kumbarayı kır, futbol topu al; annen hasta olsun, o parayla ilaç al desin; alma ve annen ölsün. Haysiyetsiz piç işte.” Neyse, ilk psikolojimi bozan hikâye oldu bu.
Sonra Kaşağı: “Oğlum şerefsiz Ömer, kırdın kaşağıyı, niye Hasanın üzerine atıyorsun? Kuşpalazı oldu ve öldü kardeşin.” Hayatta Ömer gibi şerefsiz insanlar da bitmiyor ya.
Ne diye okuttular bize Ömer Seyfettin hikâyelerini?
Bomba isimli kitabı da ayrı bir mevzu.
Tabii zaman geçip algıda seçicilik başlayacak, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Yılmaz Odabaşı, Ahmed Arifler, binlerce kelime…
Server Tanilli hocanın uygarlık tarihi serisi, her ülkenin ayrı tarihi, dönemin romanları,
İlk Çağ’dan Kant felsefesine, klasik romanlara, Anti-Dühring’e kadar… Sigortalı bir iş karşılığında yaşam sevincini satan Bukowski…
Okudukça farklı bakmaya, farklı bakış açıları edinmeye başladım. Amerikan romanları sığ ama hızlı vakit geçirmek için birebir; yolculukta, metroda okunacak türdendi. Alman yazıtları soğuk ve tok. Okuma programımda tarihleri pekiştirmek için okumam gereken Fransız metinleri çok ağdalı ve gereksiz romantik. E ben de romantikim zaten. İtalyanlar ise ayrıntıcı.
Bu milletlerin edebiyat tarzları aslında kültürlerinin ve tarihsel deneyimlerinin edebiyata yansımasıdır. Mesela Rus edebiyatının o yoğun betimlemeleri ve karakterlerin içsel sorgulamaları, sert iklimlerin ve zorlu tarihsel koşulların insan psikolojisine etkisini gösterir. Fransızların romantik ve süslü üslubuysa aşk, bireysellik ve idealizmin kültürel merkezde olduğu bir toplumun yansımasıdır.
Nedense bende Türk edebiyatı ağır basıyor; dönemsel değişen dil ve üslup, matematiksel ve sürekli yenilenen kalıpları ile her dönemde ayrı ayrı kendini gösteriyor.
Okumak, gerçekten bilinçli bir nefes almak demek; sürekli gördüğüm ortamdaki farklı yanılsamaları ortaya çıkarmak demek. Robotlaşan ve monotonlaşan hayatta, farklı coğrafyaları, yerleri görmek; silüetlerin gözümün önünde canlanması, dönemin müzikleri ile pekişmesi… Şu monoton dünyada hayali bir kelebeğin kanat çırpması gibi.
Bu anlattıklarımdan mahrum kalanlar ise:
“Şair mi oldun abi?”
“Şimdi yazdın da ne oldu?”
“Bu işte para var mı?”
“Ünlü mü oldun?”
Son soruya cevabım ise:
“Yok, eşşeğin arka sol ayağı.”
Bunları anlatarak yazar değil, anlatıcı oldum. Dedim ya, anlayana sivri sinek,saz anlamayana ise saz az.
Anlayanlara da…
Eğer bu minik ışık hüzmesi çarpıp geri geliyorsa, o zaman bir şeyler oluyor demektir.

























