Akşamlar, nefes alınamayan saatlerin kavurucu samyeli yerini yavaş yavaş serin ve huzurlu bir meltem rüzgârına bırakıyor. Güneş erkenden istirahate çekilirken, elimdeki çifte kavrulmuş kahve—tek kavrum ve hil ile harmanlanmış—mükemmel aroması ve güzel bir bardak su eşliğinde serinliğin tadını çıkarıyorum.
Hoparlörden yükselen “Carol of the Bells”in farklı versiyonları, keman, çello ve viyolonselin derin yorumlarıyla hayatın döngülerini adeta anlatıyor; hem hüzün hem coşku, iniş çıkış ve ritim dolu bir tempo var. Kendimi bir an için zamanın dışında hissediyorum; geçmişin, bugünün ve geleceğin tınıları bir arada çalıyor, ruhuma serin bir bardak su gibi geliyor.
Geçmişte bu rahatlığı fark edip biraz araştırınca öğrendim ki, keman, çello ve viyolonsel gibi yaylı çalgılar, derin ve zengin frekanslarıyla beynin alfa dalgalarını uyarmakta; rahatlama, yaratıcılık ve odaklanmayı tetiklemekte. Çellonun derin tonları içimde yoğun bir duygusallık yaratırken, kemanın tiz tınıları dikkati ve ilhamı körüklüyor. Yaylı çalgılardaki tonlama ve vibrato, beynin duygusal ve ödül merkezlerini aktive ederek hem huzur hem de bir tür “keyif hormonu” etkisi veriyor. Klasik müziğin uzun, akıcı ve kesintisiz melodileri, zihnimdeki düzensiz düşünceleri yavaşlatıyor, içsel bir temizlenme sağlıyor ve yaratıcı düşünceye alan açıyor. Yaratıcı işler sırasında bu sesleri dinlediğimde, beynim otomatik olarak “yaratıcı mod”a geçiyor; ilham ve konsantrasyon doğal olarak yükseliyor. Baş ağrısına iyi gelen su gibi iyi geliyor.
Günümüz müziği ise bambaşka bir hikâye. 1980 sonrası endüstriyelleşen müzik, kHz, BPM ve aktarım biçimiyle değişti; artık bazı melodiler gıda yerine, bazen zehir gibi etkiler taşıyor. Ama ben hâlâ o eski kayıtlarda, yaylıların derin tınılarında kendi ritmimi buluyorum. Kahvemin buharlı sıcaklığı, hafif serin meltem ve klasik müziğin akışı… Hepsi birleştiğinde, o anı yaşamaya, düşüncelerimi temizlemeye ve içsel yaratıcılığıma kulak vermeye davet ediyor.
Önümde duran tuhaf tasarım bardaktaki su ise başka bir boyut işte. Yazın cehennem sıcaklarında barajlar alarm seviyesine geçince, hayat kaynağımızı tekrar hatırlıyoruz; bıkmadan usanmadan, zararsızca tüketmemiz gereken, bitmeyecek sandığımız su… Biyolojimizde ve geleceğimizde hayati önemde. Klasik müzik gibi, bozmadan bozdurmadan gelecek nesillere aktarmamız gereken bir değer. Ama tüketim toplumu hoyratça tükenmesine sebep oluyor. Bu da ayrı bir sendrom, ayrı bir sıkıntı.
Sufizmde su, ruhun ve evrenin simgesidir. Su gibi esnek olmalı, hayatın akışına uyum sağlamalı ve seni yolundan alıkoyan tüm engelleri zarifçe aşmalı. Karşına kayalar çıkınca sabırlı ol; tıpkı suyun sessizce ama kararlılıkla kayayı deleceği gibi, iradeni göster. Kalbini saf tut, derinliğini keşfet, değişime açık ol ve tüm varlıkla birleşmeyi bil. Su gibi olmak, ruhu arındırır ve yaşam yolunda rehber olur.
Aslında yaşam yolu da su yolu gibi değil mi? Geçmişin yolları, suyun sabırla açtığı yol gibi; değdiği taşlardan aldığı tat, hayatına dokunan insanlardan ve büyüdüğün coğrafyadan aldığın karakter… Velhasıl, öğrenecek çok şey, gidilecek çok yol var hâlâ.

























