Babamın gidişinden beri beni gizlediğinden mi, var ettiğinden mi, yoksa arındırdığından mıdır? Sessiz, serin bir köşede, arkada kendiliğinden akan ince bir müzikle alıp götürüyor; başka hangi liman barındırır ki bizi, o kadar derin ve sakin?
Bu defa müzik listemde Müslüm Gürses var, o tok sesiyle:
“Mücrimi ye ait Şen değil gönlüm”
Şu diyarı gurbet elde, gurbet elden
Şen değil gönlüm, şen değil, ya dost, ya dost.
Ah, kimse bilmez halimden, bu halimden
Ah, şen değil gönlüm, şen değil
Amman, amman
Şen değil gönlüm, şen değil.
Gerçekten de şen değil gönlüm; o boşluk, o yankı her seferinde aynı. 04.10.2022’ye gidiyor aklım, bundan üç yıl öncesine: son şen zamanlar. Çünkü şenlik dağıldı, geriye bir acı yel kaldı bahçede, yalnız ve serin.
Artık doktorlar yavaş yavaş çekiliyor sahneden. Kardiyolog, “Ben bu seviyede tutabilirim” diyor sakin bir sesle. Dahiliye doktoru ise, “Çok müthiş bir insan; değerler değiştikçe canını sıkma, İbrahim Bey, bu yaştan sonra bu kadar olur” diye ekliyor, gözlerinde bir hayranlık. Diyaliz hekimi de, “İyiden iyiye yoruyor, yeter artık” diyor diğerlerine katılarak. Babam artık, “Evimi istiyorum” diyor; “Yeter” diye fısıldıyor, sesi yorgun ama kararlı.
Aylarca iş telaşı, hastane koridorları, belediyenin kentsel dönüşümü yüzünden bizden alınan evin enkazı, arkasındaki ev, çocuklar derken kendimi döndürmekten yitirmişim. Ama hâlâ umut var içimde, bir kıvılcım gibi yanıp sönüyor.
Babam, diyorum içimden, olmaz öyle şey, aklına bile getirme. Bu adam benim gibi kaç tanesini cebinden çıkarır? 1950’lerin Türkiye’sinde veremi alt etmiş bu adam; 1970’lerde hızlı bir devrimci olmuş; 1980 ihtilali bile onu yıkamamış. Kalp krizleri, yaralanmalar, ihanetler, haksızlıklar, COVID, fıtık, bacağı kırılıp 22 saat tren yolculuğu çekmek – hiçbiri durduramamış. Bunu da atlatır, diyorum kendime. Bir şey olmaz; olmaz öyle, baba. Dağ gibi bir baba ölür mü? Hayır, ölmez.
Hastaneden alıyoruz onu, nihayet. İlaçlarını ben alıyorum eczaneden; karbondioksit alma cihazı mutlaka alınmalı deniyor, evet, onu da temin ediyorum. Benden önce diğer arabayla eve geliyor; ilacını vermişim, cihazını bağlamışım. Ama cihaz bozuk çıkmış. Adaptörü satıcıya değiştirtiyorum hemen; yatağından kaldırıp bağlıyorum anında. Rahatlıyor, gözleri hafifçe kısılıyor. Evet, biliyorum: yarına kalkar, elbette bu onun için hiçbir şey. Kaç yoğun bakım atlattık birlikte, ne ki bu?
Cihazı bağlıyorum, şakalaşarak “Ben gideyim mi, kalayım mı?” diyorum ona. İşaret diliyle “Git” diyor, eli hafifçe sallanarak. Sonra kolumdan çekiyor beni, birkaç şeyi işaret ediyor; o an tam anlaşamıyoruz birbirimizi. “Git” diyor tekrar, ısrarla. “Var mı bir isteğin, emrin?” diye soruyorum. Elini başına koyuyor, ama benden mikrop falan geçer diye yaklaşmaya bile korkuyorum aslında. Elimizi kaldırıp selamlaşıyoruz uzaktan, sessiz bir veda gibi.
Evet, yarın iş çıkışı gidip yanına Bahçe’de, ayağını ayak üstüne atmış, çiçeklere baktığı o yerde beni bekliyor olacak. O kadar eminim bundan. Gidiyorum evden; iş çıkışına yakın telefon çalıyor: “Gel” diyorlar, sesi aceleci. Elbette gideceğim, gecikmem. Kelle paça yaptırmışım önceden, evde, en sevdiği yemek; faydası olacak, başka ihtimal yok. Biraz annemle konuşmuş, hâli pek yokmuş, fazla halsiz ama “Olmaz öyle şey, bir şey değil” diyorum anneme, “bünyesi toparlar, olamaz başka türlü.” Ne ki bu, bir şey değil gerçekten.
İş çıkışı servise biniyorum, eve geçip hemen eşimi, çocuklarımı alıp gitmeliyim oraya. Babam Zeynep’i sever; o moral olur ona, küçük bir güneş gibi. Servis yokuşu ağır ağır çıkarken, içim bir an boşluğa düşüyor ansızın: “Evet, nasıl bir hayat bu? Kim güneşin battığını göremeyecek, kim bu rüzgarla gelen oksijeni içine çekemeyecek ve ağaçları, kuşları son defa görecek?”
Elbette babam değil. O evde, evinde kalacak; dişi tırnağıyla yoklukla yapılan, temeli kazma-kürekle atılan, soğan ekmek yiyerek inşa edilen o ev bizim ilk limanımızdır ve mutludur hâlâ. Daha bir kaç gün sonra bahçede koyun kesilecek, bir fotoğraf çekilecek; hayali var hep dedi hastanede ben, annem, babam, kızlarım, eşim hep birlikte. Aklımdan geçen, içimden düşen o düşünce: Babam olamaz, olmamalı böyle bir şey…
Eşim ve çocuklar hazır, beni bekliyorlar kapıda. Tabii, kelle paça da hazır; yiyecek en sevdiği yemeğin, tadını çıkaracak. Eve çıkıyorum, anahtarı alıyorum aceleyle. Tam çıkarken bir telefon geliyor, beklenmedik:
“Müslüm, babam gitti…”
Şimşekler çakıyor, bende kalmıyor takat; soluyor her yer, tutunuyor ama yığılıyorum yere. Beynim zonkluyor, karıncalanma başlıyor kollarımda; düşük voltaj gelen lamba misali kararıyor her yer, yavaş yavaş. Ama o olamaz, içimden kayıp giden babam olamaz. Cihazı aldık, ilaçları var; olmaz, olamaz bu…
Ama hayat, sevdiklerini çeker, alır gider ansızın.
“Ölüm bu, fukara ölümü
Geldim, geliyorum demez.
Ya bir kuşluk vakti, ya akşam üstü, ya da seher, mahmurlukta,
bakarsın olmuş olacak.”
— Ahmed Arif
O acıyla, babam gittiyse dünya da gitsin diye her şeyi ateşe verirdim ben… Amaç yok artık: adı ölüm, adı ölüm sadece. Çarelerin olmadığı, gidenin gelmediği bir son: ölüm.
Üçüncü yıl bitti işte. En derin sohbet arkadaşım, tarafsızca siyaset tartıştığım adam; yakın dönem tarihçiliği ağzından aldığım hocam; öğüt ve tembihleriyle vizyoner bir dost; mesleğimin ilk yapı taşı, ustam… Yok artık. 24 saatte ağlamalar bitmez, 6 aya unutulmaz, 18 aya o ateş geçer hikaye kardeşim. Bilin işte: anne-baba kıymetini toprak alınca vermez ve benim gibi her hafta mezar taşına konuşursun; kötülük yaptıysan o senin yanına kalır. Tek gerçek miras, yaşanılan anlar kalır. Ve sonra…
“Gitti dostlar, şölen bitti. Ne eski heyecan, ne hız. Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı-sırasız, o mahur beste çalar; Müjgan’la ben ağlaşırız.”

























