Gece çöktü. Artık serin geceler kapı-pencere kapattırmaya başladı; bu yaz iliklerimizi kaynayarak geçti. Sonbahardan şikayetçi değilim; geceler uzamaya başlayıp güneşi kovalayacak günlerdeyiz. Zaten yaz–kış saati uygulaması gitti gideli, şafak operasyonuna gider gibi işe, okula gitmek için yollara dökülüyoruz. Aklıma bir şiir geliyor sonra:
Kış
Kışı sevmem ben
Baharı sevdiğim kadar
Eğer olmasaydı
Ayakkabısı kopuk çocuklar
Botu, montu olmayan gençler
Eğer olmasaydı
Odunsuz, kömürsüz haneler
Kalorifersiz evler
Tenceresi kaynamayan anneler
Eğer olmasaydı
Kar yağarken
Dışarda titreyen köpekler
Sığınacak yer arayan kediler
Olmasaydı çatısı akan evler
Kışı da sevebilirdim ben
Baharı sevdiğim gibi
Şimdi kış mevsimi
Titretir yoksulun yüreğini
İşte bu yüzden
Kışı sevmem ben
Severdim yıllar önce
Çocukken…
— Ekrem Özel
Tüm hayat şartları ve yaşamdan aldığım dersler bana — istemeden de olsa — geriye veya şimdiki zamana değil, geleceğe bakmayı öğretti. Bunun için, A, B, C planı olmadan ve öngörüsüz adım atamaz hale geldim; işte bu yüzden şimdiden kışı düşünüyorum.
Yani kış gelecek; giderler ve maliyetler artacak. Odun, kömür, doğalgaz, elektrik derken faturaların maaşına çalışmaya başlayacağız. Arka fonda çalan keman sesi bir başyapıtı anımsatıyor; konudan alakasız ama Titanic buzdağına çarparak su alıp batacağı kesinleşince, kaptanın emriyle çalmaya başlayan kemancıları aklıma getiriyor.
Farid Farjad’ı dinlediniz mi hiç? İran molla yönetiminin bir şekilde bahanelerle sürgün ettiği bu müthiş virtüöz, kemanıyla uzak yerlere taşıyor. Acaba acı çekmeden bir yapıt çıkmıyor mu, diye düşünüyorum. Bizim müzik insanlarımız da en güzel eserlerini sürgün yıllarında icra etti. Nazım Hikmet sürgün edilmeseydi o güzel memleket şiirlerini yazabilir miydi?
Sanat, insanın gönlünün bam teline vurması için acı şart mı o zaman? Peki, arabesk müziğini niye geçmişte afaroz ettik?
Deniz kıyısında olan illerde stres oranı çok daha düşük olduğu söyleniyor. İyot kokusu mu, martı çığlığı mı, yoksa darlanınca sahile kaçmak mı strese iyi geliyor? “Demirle Pas Arasında” adlı ilahi şiir — Gülten Kaya’nın, Ali Asker’in sürgün yıllarında şarkı olarak yorumladığı güzel bir eser — aklıma takılıyor:
“Nergisle güz gülü arasında
Beş yıldır, beş uzun yıldır
Yağmurla kar arasında
Beş yıldır, beş uzun yıldır”
Gecenin bir vakti, doğa ve insanların inzivaya çekildiği; artık havaların serinlediği; sokakta amaçsızca, uyuz it gibi gezen at hırsızlarının çekildiği; sokak köpeklerinin korkulu gözlerle yiyecek bir parça lokma aradığı; kedilerin çöp konteynırından geçerken fırladığı sessiz, sakin geceler başladı. Bu sessizliğe, sürekli tetikte olan beyinler de dahil olsa, kaygısız, pervasız bir uyku — ülkem insanının hasreti. Bir gün o da olur herhalde. Ya da annem rahmetlinin dediği gibi: “Ancak toprağı başına çekip gözlerini kapatırsan rahat edersin.”
“Sorma beni bir çınarın gölgesinden
O eski zamanlar nerede kaldı
Mevsimsiz dağların puslu eteklerinde
Selamsız sabahsız kayıbım artık
Hayat dediğin bir nehir yerinde durmaz
Gün geceye
Ay buluta
Çay deme doymaz
Sevdiklerin bir bir gider haberin olmaz”
SERVET KOCAKAYA
Yitirilenlere, gidenlere ve görmek istemediğimiz lanet olası ayrık otlarına değil; tüm özlenilenlere selam ve hasretle…

























