Uzanmışım, kendi kendime… Uyumaya çalışırken hayal kurmayı seviyorum. Ama bir yandan da kafamda 40 değil, en az 80-100 tilki geziyor. Üstelik hiçbirinin kuyruğu birbirine değmiyor.
Çok zorlarsam, 3-5 tanesinin kuyruğunu birbirine bağlayıp kenara koyabiliyorum. O da ne zamana kadar? Yeni bir tilki geçene kadar.
Tilkileri severim, o ayrı. Sevimli, sempatik gelir keratalar. Ama en çok da keskin zekâ örnekleri oluşları ilgimi çeker. Ezop hikâyeleri de olmasa, kim konuşturur, kim ideolojiye, kim milliyete sembol yapardı hayvanları? Bu da politik, başka bir yazı konusu… Kafada tilki çok, karalayacak mesele daha da çok. Zaten bazen bir kelimeden kitap bile yazarım— orası da apayrı bir konu.
Tilkilerin kuyruğunu bağlamaya çalışırken fark ediyorum da: Uzun zamandır ya biyolojik saatim geride kaldı, ya da o saat çoktan salıverdi kendini. Ciddi anlamda uykusuzluk problemi çekiyorum. Fi tarihinden bu yana uykularla aram hiç iyi değil. Zorunlu uyanmaları da oldum olası sevmem. “Mandıra Filozofu” gibi yaşamak istesem de sistemin dişlileri arasında sıkışıp kalmak bir yana, bazen dişlinin kendisi ben olmuşum da haberim yok.
Neyse… işin bu yanında da başka bir tilki var. Ama ben yine döneyim şu uyku meselesine. Ve düşünüyorum: En son ne zaman gerçek bir uyku uyudum?
Şak! Geliyor aklıma… 7-8 yaşlarındayım. Bir kiraz ağacının altında, Babamın kolunda, Toprağın üzerinde, Gölgenin serinliğinde… Evet. En kaliteli uykum o idi.
Babam diyorum… O kısım hâlâ çok yakıcı benim için. Hemen anıya dönüyorum. Ulan diyorum, yatak yok, yorgan yok, Ama huzur var, güven var… Ve şimdi geliyor burnuma o koku: Toprak kokusu. O kadim örtü… O sarmalayıcı güven… Aklıma değil, ruhuma geliyor.
Çimen kokusu… Yağmur sonrası toprak kokusu… Toprağın bağrından yükselen kokular… Ve sonra dünkü “Su Gibi Olmak” karalamam düşüyor aklıma. Çaktırmadan felsefe yapıyoruz. Ama işte, o da hayatın sırrı gibi: Bir yudum sohbet, Bir tutam diyalektik, Bir avuç devinim… Ve müthiş bir döngü.
Sarıyorum kendimi bu akışa… Ve içimden diyorum ki: Güzel geliyor bu iş… Çünkü sahici.
Sırrı Süreyya’nın güzel işleri geliyor aklıma… Filminde, yazısında hep bir “gizli toprak” vardı. O da artık toprak oldu. Ama kokusu hâlâ sahnelerde… Toprak kokusunu hissederek, Tilkilerin birkaçını kuyruğundan tutup, Bağlıyorum usul usul.
Küçükken bir bahçemiz vardı. Toprak deyince, ne alaka demeye kalmadan kafam oraya doğru gidiyor. Birkaç devasa kavak ağacı… Aynı hizada çeşit çeşit erikler: tatlısı, ekşisi, “nuz ekşi” olanı… Bir nar ağacı; hem çekirdekli hem çekirdeksiz… Ve çok açık renkli, yumuşak dokulu bir toprak.
Bahçenin ön tarafında, arık kenarında kadim bir dut ağacı… Kendirden babamın bana kurduğu salıncak… Altından geçen ince su yolu… Su ile karışan toprak kokusu… O koku hâlâ burnumda.
Bahçenin sonraki akıbeti aklıma geldikçe, Can Yücel’den daha beter olup, Küfürbaz Haydo bile getir götürümü yapamaz hale geliyor. Zira ettiğim küfürler, cilt cilt “küfür dili ve edebiyatı” içinde Haydo’nun başucu eserleri olur. Ama işte… Can Yücel de gitti, o da toprak oldu ya… Neyse. Bunların hepsini, Öfkemi, anılarımı, Yitirdiklerimi ve hâlâ içimde büyüttüklerimi… İçimdeki toprağa gömüyorum.
Neyse… Acayip bir şey toprak. Sevdiği: zıttı. Tamamlayıcısı: dostu ve düşmanı olan su. Ama bir araya gelince, Nasıl müthiş şeyler oluyor değil mi? Ağaç oluyor… Ot oluyor… Hayvan oluyor… İnsan doğuyor.
Bıkmadan usanmadan… Altında ve üstünde hayat bitiyor. Her coğrafyada farklı bir hediye sunuyor. Ne verirsen onu alıyor, Ve yerine sana bambaşka bir yaşam formu veriyor. Hayat veriyor. Yaşam veriyor. Yemek veriyor. Hiçbir şey beklemiyor. Ne alkış… Ne teşekkür… Ne tören… Sadece toprak gibi kalıyor.
Aslında toprak, burada anlatacağım kadar sığ bir mesele değil. Daha önce dedim ya: Bir kelimeden kitap bile yazarım. Öylesine derin, öylesine kadim bir meseledir toprak. Evimiz, yurdumuz, tarlamız, Kökümüz, kömecimiz… Her şey oradan başlar.
İlk anılarımda… Evin bahçesi. Anamın adıyla anılan ve onun sevdiği, Rengârenk güller açan çiçekler… Bir dönem: 85 kutu gül, 25 kutu farklı çiçek. Bahçemizi, evimizi, damımızı canlandırırdı. Hepsi, toprağın hediyesiydi.
İlkokul çağında, kütükten gizlice aldığım fideleri kıraç topraklara dikerken, sanki dünyayı değiştiriyordum. Ama asıl bereketi getiren ben değilmişim. Babam ekmiş o zeytinleri. Ben sadece gölgesine oturmuşum. O sulamış, o beklemiş. Ben yemeye geldiğimde, onlar çoktan meyveye durmuş.
Toprak dedim… Yine o.
Babamın dedesi savaştan dönememiş. Nenem, taç yüzüğünü satıp, Parası ancak dağın başında bir kıraç toprağa yetmiş. Ama oraya… Fıstık, üzüm, zeytin ekmiş. Evlatlarıyla birlikte tutundurmuş. Şimdi 4. kuşak biziz. O kıraç topraklardan çıkan meyveyi hâlâ yiyoruz. Ve o toprak… Benim köklerimi bile sarmış durumda.
Anamı, babamı, Büyüklerimizi de bağrına alan toprak… Yani toprak; sadece bastığımız zemin değil. Varlığımızın hem öncesi hem sonrası.
Aslında elimizdeki o bir avuç toprak var ya… Biz onun üstüne binalar dikip yollar yaptık. Ama o hâlâ, ne kadar köfte o kadar ekmek misali, Her coğrafyada ayrı ayrı hediyeler sunmaya devam ediyor.
Toprak… Bizi var eden, Üzerimizde yaşam veren, Altında dinlendiren.
Vatan olan… Yurt olan… Ana gidince ana, Baba gidince baba olan… Ve bir gün bizi de bağrına basacak olan…
Toprak… Latin Amerika’da topraksız köylüleri devrime zorlayan, Bizim eski bahçemizde de tau ile buluşunca, Bir nohut tanesinden kocaman narlara dönüşen…
Toprak… Yaratıcının bize en büyük hediyesi. Bizim hammedemiz, Bizim geçmişimiz, Bizim yarınımız.
Çıplak ayağımızı basınca, Bizi kendi ağına bağlayıp İyi etmeye uğraşan o sessiz şifacı.
Su ile, ateş ile buluşunca, Bize tabak, çanak, seramik, hayatî gereçler sunan… İnsanlığın eline tutuşturduğu ilk kalıp.
Toprak… Sabrı, sırrı öğrenmek isteyene, Tüm bizi, Kendimizle birlikte sunan o kadim varlık.
Ve uykum kaçıp kaleme sarıldığım bu yazının sonunda, Zihnimden bir tilki daha atlıyor.
Ve beliriyor gözümde, Yeşilçam’ın miladı sayılan o sahne… Eşkıya filminden:
“Korkma, sadece toprağa gideceksin. Sonra toprak olacaksın. Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin. Oradan özüne ulaşacaksın. Çiçeğin özüne bir arı konacak. Belki, belki o arı ben olacağım.”
İşte o söz, Bu yazının da, Bu hayatın da, Toprak gibi olan her şeyin sırrı.