Müziğin tarihi, insanlık kadar eski olduğunu biliyorum. Acaba ilk şarkı, ilk nağme nasıl çıktı, açığa? Hayvanlardan mı feyz alındı, doğadan mı doğdu? Bu soruyu hiç bilemeyeceğiz. Müzik denince müzik tarihine, tarihin müziğine değinmeden geçilmez.
Dünyanın bilinen en eski şarkısı Hurri İlahisi olduğu söylenir. 1950’li yıllarda Suriye’nin Ugarit şehrinde bulunan çivi yazılı tablette, yaklaşık 3400 yıl öncesine, milattan önce 1400 civarına tarihlenir ve şarkı Ugarit tanrıçası Nikkal’e uzanmış bir ilahidir.
İlk müzik aleti ise çok daha eskiye dayanmaktadır. 50.000 ile 60.000 yıl öncesine ait, bir mamut dişi veya kemiğinden yapılan flüt, dünyanın en eski enstrümanı olarak kabul edilir ve natüraller tarafından üretildiği öne sürülür. Ama yaşayan en eski müzik aleti, üflemelidir. Ne formu olduğu söylenir, çıkış yeri Mezopotamya ve Orta Doğu olarak ifade edilir.
Müzik bilimciler ve benim tahminime göre o formda olan, zambır’dır. Çiftli argun gibi isimlerle anılır, hâlâ Güneydoğu yöresinde ve Orta Doğu’da kullanılır. Klasik ve makbul olanı kartal kemiğinden yapılandır. Sesini çok severim. Bu aletin kökeni, ilkel Mısır medeniyetine dayanır.
Müzik, insanlık tarihiyle yaş desem abartı olmaz. Bir yandan da sözlü akımın ta kendisidir. Belki anlatımlar değişir, kelimeler değişir, ritim değişir; ama kulaklarda ve kuşaklarda, DNA’mıza işler. Kuşaktan kuşağa aktarılır. Sözlü tarihlerde söylenen ezgilerin net tarihleri pek bilinmez. İlk örnekleri Dedem Korkut geleneğinden ortaya çıkmıştır. Orta Asya’da ağız kopuzu ile başlayan bu müzik yolculuğu, halkın yolculuğu gibi zamanla evrimleşerek, şimdiki sazların atası kopuz ve dombıra gibi formlara dönüşmüştür. Dedem Korkut geleneği, Anadolu’da âşıkların müziklerine, bağlamalara dönüşerek Karacaoğlan gibi isimleri bağrından çıkarmıştır.
Coğrafya değiştikçe ses renkleri de değişime başlamıştır. Elbette kültür de, dil gibi geçtiği yerlerden renk alarak gelişmektedir. Mesela Ortadoğu coğrafyasının kadim çalgısı ud’un Endülüs döneminde İspanya’ya gidip orada evrimleşerek ilk gitar formuna büründüğü söylenir. Ortadoğu’da perdesiz ve koma seslere sahip olan, Arapça gibi tonlama değiştikçe anlamı değişen kelimeler içeren bir dil için ud bulunmaz bir nimetken; İspanya’da formu değişmiştir. Perdelere sahip olup, matematiğe bürünüp, İspanyol olmuştur.
Sözlü şarkılar ve folklor ise apayrı bir formdur. Tarihe de bakınca, okuma-yazma tahsil durumu kısıtlı olduğu için, birçok ulusun tarihi sözlü kaynaklarla oluşmuştur. Ve ayrı bir konusu olan coğrafi koşullar ise, şarkıların, türkülerin, bozlakların hangi yöreye ait olduğunu bize anlatır. Mesela Ege Bölgesi’nde efelik, kahramanlık ve deniz koşullarını anlatan türküler çıkarken; Güneydoğu bölgelerinde kaçakçılık, mayın, çatışma, iskân gibi konular ele alınır. Her toprağın türküsü farklıdır.
Mesela, Abdülhak Hâmid tarafından yazılan Makber, 1885 yılında karısının vefatıyla yazılmıştır. İlerleyen yıllarda bestelenmiş olup, yüz küsür yıl geçmiş olsa da, matem duygusunu hâlâ anlatır bize.
Biraz daha geriye gidelim; Kul Nesimi hâlâ bize bir şeyler anlatır:
Har içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabî, Farisî bilmem dile minnet eylemem
Sırat-ı Müstakim üzre gözetirim Rahîm’i
İblisin talim ettiği yola minnet eylemem…
Ya da Neşet Ertaş’ın ciğerleri delen sesiyle bozlak, bize kadar gelmiş bir Karacaoğlan şiiri söyler:
Nice sultanları tahttan indirdi
Nicesinin gül benzini soldurdu
Nicelerin gelmez yola gönderdi
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm diye…
Geçmişe doğru gider de gider.
Çünkü geçmişi bilmek, geleceği görmektir.