Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin-fakir, ne sen-ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet, ölümden olsun.
Cahit Sıtkı TARANCI
Ne güzel bir şiir, değil mi?
Acaba soruşturma ya da sansüre uğradı mı bu şiir?
Çünkü bana sorarsan fazlasıyla eşitlikçi, hatta biraz “gominist” bir şiir bu.
Dalga dalga gelen sıcak hava dalgalarına karşı yapacak bir şey yok.
“Gelsin” diyoruz, istemediğin ot burnunun dibinde biter misali.
Olumsuz duygular ve düşünceler de böyleymiş zaten; düşündükçe içine çekermiş insanı.
Rahmetle andığım yoldaşım babamdan aklımda kalan bir Bektaşi fıkrası gelir yine:
Bektaşi bir ortamda demiş ki:
“Lo, benim Allah’ın işine aklım erdi sonunda.”
“Sus bre zındık, hiç Allah’ın işine akıl erer mi?” demişler.
“Vallahi erdi.”
“E nasıl erdi?”
“Lo vallahi billahi onun dediği oluyor,” demiş.
Bizimki de o misal: Lo, onun dediği oluyor.
Televizyon izlemeyi yıllar önce bıraktım.
Ama dürüst olayım, seviyorum aslında izlemeyi.
Şimdi “Az önce sevmiyorum dedin!” diyeceksiniz, duyar gibiyim.
Evet, haber, dizi, yarışma izlemiyorum. Ama…
Evde sessizlik, yarı karanlık ortam, dev ekranda 4K kalitesinde bir belgesel…
Hayatın ta kendisi. Ne dublör var ne kurgu.
Macera filminden daha maceralı çünkü sahne gerçek; yaşam ve ölüm iç içe.
Biri yaşamak için yemeli, öteki onun yaşaması için ölmeli.
Ama her şey yarış.
Biri daha hızlı, daha atik olmalı, diğeri ondan da çevik ki hayatta kalsın.
Bir sonraki nesil o çıtayı biraz daha yukarı taşımalı.
Ama ilginç olan şu:
Doğadaki tüm canlılar sadece doyana kadar yiyor.
Stok yok, takas yok, fazla üretmek, biriktirmek yok.
Olursa çat çat, olmazsa aç yat.
Bugün bulunduğum ortamda zap yapılırken —yeni nesil bilmez, kanal değiştirme sanatı, hızlı reels gibi düşünün— bir haber kanalında birkaç dakikalığına takıldık.
Eskişehir’de 11 orman memuru yangında hayatını kaybetmiş.
Orada yaşayan yüzbinlerce hayvan ve bitki de aynı kaderi paylaşmış.
Gaziantep’te bir çocuk bornoz ipine dolanarak ölmüş.
Tekirdağ’da trafik kazası, 4 ölü…
Bu buhranlı süreçte insanın yüreği dağlandıkça dağlanıyor.
Haberleri izleyenler hayata küser hale geliyor.
Çünkü ölüm…
Çok trajik bir olgu.
Hayvanlar yaşamak için öldürüyor.
İnsan ise öleceğini bilerek, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor.
Nevzat Çelik’in dizeleri geliyor aklıma:
“Ölmek ne garip şey, öptüğüm kızlar geliyor aklıma.”
Kimine göre ölüm bir son, kimine göre sonun başlangıcı.
Kimi göğe yükselir, kimi başka bir forma bürünür der.
Ama en acısı nedir biliyor musunuz?
Öleni bir daha görememek…
Konuşamamak, dokunamamak.
Hikâyenin sonunda hepimiz toprak olacağız.
İyi biriysek arkamızdan övüleceğiz.
Değilsek, ana-avrat sövüleceğiz.
Rahmetli annemin lafı gelir aklıma:
“Öte tarafta cehennemde ateş bol, herkes ateşini bu dünyadan götürür.”
Bizim sermayemiz iyi kalbimiz, güzel niyetlerimiz, insanlara ektiğimiz anılar…
İyi hatırlanmak da, kötü hatırlanmak da bizim elimizde.
Düşünsenize, artık evinde ayaklarını uzatıp bir yudum suyunu içerek dünyadan göçmek bile lüks oldu.
Cahit Sıtkı’nın dediği gibi “Olursa bir şikâyet, ölümden olsun” diyemiyoruz.
Çünkü ihmal, kaza, eğitimsizlik derken yaşamak mucize, ölmek sıradan hale geldi.
Otobanda fırlayan bir lastik seni öldürebilir.
Karşı şeritten gelen bir araba seni ezebilir.
Kaldırımdan kafana çiçek saksısı bile düşebilir.
Ama hâlâ “bana bir şey olmaz” diyen yurdum insanı var.
21. yüzyılda en büyük acılar bile bir haftalık.
En ağır kayıplar bir sonraki haber bültenine kadar unutuluyor.
Cahit Sıtkı Tarancı’nın dediği gibi,
Bir hayat yaşayıp da şikâyetimiz sadece ölümden olmalı.
Ama ihmalden, ihmalkârlıktan değil.
Huzur içinde…
Vedaya hazır bir şekilde.
“Ama bu gidişle, ölüm bile bize layıkıyla uğramaz oldu.”

























