Köşemde oturup kafamdaki tilkilerin kuyruklarını bağlamaya çalışırken, kilimdeki motifleri izliyorum. Motifler, Göktürkler döneminde rastlanan figürlere benziyor. Ama düşünüyorum: Göktürkler nere, Antep kilimi nere?
O sırada kilimin üzerinde bir “pisik” dolanıyor. Pisik, eski Türkçede kediye denirdi. Fakat benim bahsettiğim aslında zakkum; yani zehir çiçeğinin tohumu. Onu görünce Eylül ayında olduğumuzu anlıyorum. Batı illerinde romantizmin ayı olan Eylül, Güneydoğu’da salça, kuruluk ve zahire hazırlığının başladığı kışa hazırlık ayıdır.
Takvimde Eylül’e dönersek… Sonbaharın serin sabah ve akşamlarının habercisi, hararetli bir yazın sükûneti, doğanın yorgunluk ve durgunluk ayıdır Eylül.
Benim için Eylül, Evgeny Grinko’nun albüm kapağındaki gibi sarı bir aydır. Modern bir durgunluk taşır. Ne sadece yazın sonu, ne de güz ayının başlangıcı değildir, İstanbul’un dolup taşarak çekilmez bir şehre dönüştüğü, İzmir’in yavaş yavaş el ayak çekildiği, Ankara’da kravatların bağlanıp ceketlerin giyildiği resmi bir ay… Hiçbiri değil.
Süryanicede “Aylül”, üzüm demektir. Çünkü bu mevsimde üzümler toplanır, bağ bozumu yapılır.
Eylül (September) İngilizce septembre, Latince September kelimesinden gelir. Latince septem, “yedi” demektir. Roma takviminde yedinci aydır. Türkçeye Arapçadaki aylūl sözcüğünden, Arapçaya Süryaniceden, oradan da Akatçadaki elūlu sözcüğünden geçmiştir. Elūlu, “hasat festivali” ya da bu festivalin yapıldığı ay anlamına gelir. Diğer kaynaklarda ise “sevinçten haykırmak” olarak da geçer.
Şarap yapacak elbette Süryani; o üzümden sevinir.
Ama gelsin, Antep’te görsün o sevinci.
—
Çocukluğuma dönüyorum…
Geçmişe yokuş olan sokağımızda öğleden sonra kapının önünde artık güneş kaybolur, ikindi serinliği eserdi. O serinlikle gelen “pisikleri” görünce sevinir, toplar, incitmemeye çalışır, havada yakalamaya uğraşırdık. Onlara birleştirip DNA sarmalı misali şekil verip biriktirir, akşamüstü uçururduk; uçup gitmeleri okul zamanının yaklaştığını haber verirdi.
Mavi önlükler bohçadan çıkacak, akşamlar erkene dönecek, damda yatma sezonu bitecek, çardaktaki üzümler toplanacak.
Yurtdışından izne gelenler için artık yol görünecek.
Kadınların mesaisi başlardı eylül’de kapıların önünde: Kimi patlıcan oyar, kimi kabak soyar, kimi salçalık biber ayıklar… Tanısın tanımasın “Gel anası kurban, şuradan balcan içi al da yi, şirin çıktı tohumu azdır” der, oyulan patlıcanların içleri avuçlarımızı doldururdu.
Kurutmalıklar—patlıcan, biber, kabak, acur, hıyar—ipe dizilir, bir hafta içinde kurumaya başlardı. Kuruyunca rüzgârla birlikte tıkırdar, her sokaktan kurutmalık ve salça kokuları yükselirdi. Bazı sokaklara girince ise öksürük tutar, nefesiniz kesilirdi; çünkü toz biber çekilir, bütün sokak biber gazı misali dumana boğulurdu. Kayıklı motorlarının mesaisi artar; bulgur, simit, mercimek, zahire hazırlanır, Eylül sonuna doğru da kömür alınırdı.
Kışa hazırsan senden kralı yoktur; “Abbisi de (darısı da) seneye” denir. “Seneye çıkan canlar öğünsün” dileğiyle dualar edilir.
Çıkamayanların zahiresi de kalanlardan gidenlerin hayrına bir şekilde hayır olurdu.
Eylül’ün ilk haftaları benim için fıstık zamanı demektir. Taze fıstıkla ve deşti incirle yapılan organik ziyafetlerin ayı…
Ama güz işte geliyor. Eylül’ün başlaması ile;
Kiminin yaz aşkı soğuyan havalarla biter, kiminin iş maratonu başlar. Başlayan her şey bitmeye mahkûmdur.
Bir Eylül daha başlıyor… ve bitecek.
Hayat gibi.

























