Gündüzleri hortumla sulanmış gibi nemli, geceleri sinüzitten mustaripçe bir baş ağrısı… Çok acayip güzelliklerle dolu bir coğrafyada, rüya gibi bir kaçamak.
Kaçsak bile yaşamamak…
Doğanın güzellikleri burada başka, bambaşka bir özel.
Tabiri caizse, son yıllarında dağların ve ıssızlıkların adamı olan beni bile bu nemli coğrafya büyüledi. Kleopatra’nın çimmeye doyamadığı muhteşem kumları olan kocaman bir doğal sahil: Kleopatra Plajı.
Alanya Kalesi, un gibi kumu ve yeşiliyle muz ve narenciye bahçeleriyle İncekum; gezilip görülmesi gereken bir yer, velhasıl.
Nem nelere kadir…
Evinizde bin bir zahmet ile yetiştirmeye çalıştığınız bitkilerin burada kocaman ağaç formunda olması şaşırtıcı bir detay benim için.
Ama öyle bir bitki gördüm ki aldı götürdü beni; geri getiremedi.
Burnuna yumruk yersin, genzin ve burnun yanar da gözlerden istemsizce yaş gelir ya; işte o hale getirdi beni basit bir çiçek, bir bitki: Mine çiçeği.
Lantana, Verbena olarak bilinen, top top değişik renklerde açan güzel bir çiçek…
Aldı götürdü beni 90’lı yıllara, yokluk yıllarına…
Vita, salça, yağ tenekelerinin geri dönüşüme değil; pencere önünde, denizlikte, barıtta, yağmurluk adı her ne haltsa, orada çeşitli çiçeklerin yuvası olduğu… O sarı, siyah, kırmızı teneke kutuların çiçeklerin yuvası olduğu zamana.
Annemin hayatta olduğu,
“Bak nasıl güzel çiçek yavrum… Çocuğu, yeşili, toprağı sevmeyen hiçbir şeyi sevemez.” dediği dönemlere götürdü beni basit bir çiçek.
Çok severdi mine çiçeğini: Sarısı, mavisi, pembesi, pembemsi beyaz alacası…
Kuruyan tohumlarını mermi gibi kullanmama kızardı.
Minicik saksılarda gözü gibi bakardı.
Akşamüstü sulanmalı…
Uzak diyarlarda olduğunda babama sulasın diye sıkı sıkı tembih ettiği… Geldiğinde “Suyu az vermişsin.” diye sitem ettiği çiçeği.
Aylar, yıllar geçti.
Takvimler eskidi, hayat şartları değişti.
Sırası ile yavaş yavaş çiçekler azaldı, ahali azaldı, gitti…
Yaşları geçti gitti.
Ev gitti, baba gitti…
Annenin son demlerinde…
Kaşı, gözü, bakışı fotokopim olan minik kızım dünyaya geldi:
Deniz Mine.
Denize uzak coğrafyada, denize yakılan bir türkü gibi…
“Bir çocuğumuz olursa adı Deniz olmalı.
İster kız ister erkek, fark etmez hiçbiri.
Fakat bakışları fark etmeli;
Güneş gibi olmalı, aydınlatmalı her tarafı,
Her bir yandan bir bir…”
Diyerek Deniz; annesinin de isteği üzerine Mine dedik: Deniz Mine.
Annemin “Mine çiçeği” diye sevdiği, büyüdüğünü göremediği çiçek…
Annemin bu çiçekten vardı diye resmini ablama atmamla,
“Annemin mine çiçeği bu.” cevabı ile beni geçmişe alıp götüren…
Karasal iklimde saksıda zorla büyüyen, burada kocaman ağaca dönen çiçek:
Mine çiçeği.

























