Her yıl bir sınavla milyonlarca gencin kaderi belirleniyor.
Ama biz sadece puanları konuşurken, gözden kaçırdığımız başka şeyler var:
İstemediği mesleklere savrulan çocuklar, geç kalanlar, yanlış yerlerde duranlar…
Tuna Kalınsaz’ı bir çoğunu tanırsınız.
Son dönemin en başarılı stand-upçılarından biri.
Bir gösterisinde şöyle anlatıyordu;
“ÖSS’de Türkiye 111.’si oldum. İlk tercihim Galatasaray Hukuk’tu ama o yıl, o bölüm en son 110. yu aldı”.
Ve o 110. bir gün Tuna Kalınsaz’ı bulup “biliyor musun, ben de o kadar çok hukukçu olmak istemiyordum” demiş.
Kendi özeleştirisini yapan komedyen “Demek ki ben o kadar çok istememişim hukukçu olmayı ki, bugün komedyenlik yapıyorum.” diyor gösteride.
Basit bir cümle gibi duruyor ama insanın içine taş gibi düşüyor.
Bir hayat, tek bir sıra farkla başka bir yola giriyor.
Bir puan. Belki bir saniyelik dikkatsizlik.
Ve biz hâlâ bu sistemle “başarı” ölçüyoruz.
Geç Kalanlar
Dün televizyonda TYT’ye geç kalan çocukları izledim.
Kimi kimlik fotokopisiyle gelmişti, içeri alınmadı.
Kimi küpesini çıkaramamıştı.
Kimi taksi parası bulamamış, otobüsle geç kaldı.
Sistem her zaman olduğu gibi aynı cümleyi kurdu:
“Kurallar böyle.”
Ama biz hiç şunu sorduk mu,
“Bu çocuk şimdi ne yapacak?” diye?
Sadece kaybedenleri değil, kazananları da sıkıştırıyor bu sistem.
Ya Kazansaydı?
Tuna’nın hikâyesinde mesele sadece ilk tercihine girememesi değil.
Peki ya Galatasaray Hukuk’u okusaydı ne değişecekti?
Yine bir mahkeme salonunda, içinden geçenleri değil “taraflar dinlendi” cümlesini tekrarlayarak mı geçecekti ömrü? Ya da hiç savunmak bile istemediği müvekkili savunarak mı…
Bugün sahnede.
Kendi sesiyle anlatıyor, güldürüyor.
Demek ki sınavlar sadece dışarıda kalanları ya istediği üniversiteye girenleri değil,
içeri girip yanlış yerde duranları da mağdur ediyor.
Biz 17 yaşındaki çocuğa diyoruz ki:
“Haydi bakalım, ne olmak istiyorsun?”
Soru kolay. Ama cevap karmaşık.
O yaşta bir çocuk, neyi neden istediğini bilmiyor.
Sadece puana, sıralamaya, listeye bakıyor.
Aile baskısı, öğretmen yönlendirmesi, komşunun oğlu derken…
Herkes çocuğun hayatına dışarıdan dokunuyor.
Ama kimse sormuyor:
“Sen gerçekten bunu istiyor musun?” diye?
İşte bu yüzden çocuklar tanımadıkları hayatlara giriyorlar.
Sonrası ise genelde böyle:
Tıp fakültesine giren bir çocuk,
İlk kadavra karşısında içinde bir şeyin kırıldığını fark ediyor.
Mühendis olan iş bulamıyor.
Öğretmen olan atanamıyor.
Atanan da mutsuz…
Ama sistem hâlâ tek cümleyle övünüyor:
“Kazandı.”
Mesele Sınav Değil, Sistem
Sorun sınavda değil.
Sorun, sınavdan önce.
Bir çocuk kendini tanımamışsa,
sınavda birici olsa ne yazar?
Meslekleri uzaktan seçiyoruz.
Avukat “savunma yapar”,
Doktor “iyileştirir”,
Komedyen “güldürür” diye geçiyoruz.
Ama kimse şunu sormuyor:
“Bu işi her gün yapmaya dayanabilir misin?”
“Bu yükü taşımak mümkün mü senin için?”
Peki Çözüm Ne?
Çözüm aslında basit.
Ama kimsenin işine gelmiyor.
Üniversiteye girmeden önce,
çocukların mesleklere dokunması gerekiyor.
Çok ütopik durabilir ama;
Bir gün hastaneye,
Bir gün inşaata,
Bir gün bir tiyatro provasına,
Bir gün bir ofise,
Bir gün bir stüdyoya girmesi gerekiyor.
Bir gün mikrofona,
Bir gün çamura,
Bir gün bir çocuğun gülüşüne dokunmalı.
O zaman belki fark eder:
“Ben bu değilim.”
“Ben buymuşum.”
Ve Sonunda Şunu Soracağız:
Sınava mı hazırdı bu çocuk, yoksa hayata mı?”
Çünkü bazıları sınava geç kalır, bazıları hayata.
Ama en çok da kendini tanımadan yola çıkanlar kaybeder.
Ve kimi zaman… kazananlar da kaybeder.