— Tuncay Akdoğan’a
Hafif bir yaz rüzgarı…
Koltuklarla arası pek iyi olmayan yer minderine yanımı vermişim.
Sukulentlerin büyülü dünyasında, simetrilerine takılıp kalmışım.
Kendimi yarın için şarj etmeye uğraşıyorum.
Arka planda otomatik oynatma listesi akıyor.
Derken, bas bir ses doluyor odanın köşelerine:
> “Sonra fark ettim ki;
su akıyor,
rüzgar esiyor,
yağmur yağıyor…
Her şey yine
ve aynı şekilde oluyor…”
Tuncay Akdoğan düşüyor aklıma.
Doğal imgeleri, ikilemleri, finaldeki çarpıcı cümlesiyle insanın içini burkan o şiir…
Felsefi bir yorgunluk, buruk bir hasret, ağır ama berrak bir vedaydı bu.
Ve çok güzel bir şekilde şarkı giriyor.
Sözler akıyor…
Devinim, göç, isyan, kadim gelenekler…
Hepsi birer nehir gibi farklı yönlere çağırıyor insanı.
Bir mum, bir kibrit, bir nefes —
Hepsi bu kadar işte.
Sonra düşünmeden edemiyorum.
Bu onun son şiiri miydi?
O gece evde elektrikler kesiliyor.
Mum yakıyor, sonra uyuyakalıyor.
TV’nin üzerine unuttuğu mum devriliyor.
Ve çıkan yangında hayatını kaybediyor.
Tesadüf mü, değil mi?
Gitmek mi istedi?
Yoksa zaten gitmiş miydi?
İnsanın kafasını allak bullak ediyor bu düşünceler.
Ama bazı cümleler var ki, onlar gitmiyor insandan.
> “Bağışlayın…
Su akıyor
ve ben gidiyorum.”
—
Hayatın bizi sürüklediği bu girdapta,
bir kabullenmişlik mi olmalı,
yoksa farkındalık mı?
Bir papatya,
çiçek bahçesinde mutlu mu etmeli insanı,
yoksa mutsuz mu gezmeli orada?
Derken listeye bir güzel şarkı daha ekleniyor…
Başlıyor Hasret Gültekin:
> “Bir insan ömrünü neye vermeli?”
Soru büyüyor içimde,
cevaplar ise hep sessiz…
—
Yollarda kendini harap ederek mi geçirmeli ömrünü?
Yoksa iç sesine mi güvenmeli?
Kavurucu sıcakların,
kışları donan bir coğrafyada
sabredip devam mı etmeli?
Soru çok…
Yol bir yerlere çıkıyor da,
ya yolda bulduğunu yoldaşına değişmek gerekirse?
Çukurdakine el mi uzatmalı,
yoksa “elim de yetmez” deyip
arkadaki merdiveni mi gizlemeli?
—
Okumakla, düşünmekle de bitmiyor bu yol.
Yine kişinin kendinden geçiyor her şey.
Akıl, edep, erkân, saygı, nefis…
Yolcusun arkadaş bu yolda.
Yol bitmeyecek —
sen biteceksin.
Yolda iz bırakmak varken,
arkadan gelenlerin silmek isteyeceği bir iz bırakmamak gerek aslında.
Sözde okumuş cahillerin egosuna bakınca,
okuma yazma bilmeyen anamın sözü geliyor aklıma:
> “Nefis yılandır oğul…
Eğer ona uyarsan,
o büyüdüğü zaman ya seni sokar,
ya da seni yer.”
Ne ara bizim olmayana el uzatan olduk?
Ne ara kendi yolumuzu unuttuk?
—
Bir–iki şarkı,
ne kadar çok aforizmaya yol açtı aslında…
Yolunu bilmek önemli.
O yoldan, onlarca… binlerce yolcu ile geçeceksin.
Tek geldin, tek gideceksin.
Ama farklı olmak lazım.
Kendini çay gibi demleyeceksin,
yudum yudum gideceksin.
Ve gidersen…
Öyle bir gideceksin ki,
yol bile yolcusunu özleyecek.
Yoldan geçenler bile,
“buradan öyle bir yolcu geçmiş” diyecek.
Geçtiğin yolda,
başka yola giden biri bile,
yıllar sonra
seni o yolda yürürken hissedecek.
—
Unutulunca bile hatırlanan olacaksın.
Farklı ve farkında olarak,
yüksek bir farkındalık yayacaksın.
Alan alacak.
Alamayan — zaten o yolun yordamını bilmez.
Çünkü herkesin payına düşmez aynı hakikat.
Tam bu sırada,
araya bir Perşembe selası giriyor…
Güzel bir kıraat,
salât-u selamlarla birlikte yükseliyor.
Son kelime vuruyor yüreğe:
“Rabbil Âlemin”
Müslüman, Yahudi, Hristiyan demiyor.
Âlemlerin Rabbi diyor.
Tüm varoluşun Rabbi…
Ama işte nefsin —
seni alıp başka bir perdeye taşıyor.
Anlayana sivrisinek saz,
anlamayana…
davul zurna az.