Yine sıcak bir akşamüstü…
Artık kavurucu sıcaklar zamanı.
Büyüklerimiz derdi ki: “Yaz olmadan kış olmaz, kış olmadan yaz olmaz.”
Ne kadar sıcak geçerse yaz, kış da o kadar zalim olurmuş.
Son birkaç yıldır El Nino hava olaylarının içindeydik; şimdi de El Nina gelecekmiş önümüzdeki süreçte.
Gelsin bakalım, o da gelsin…
Doğanın her yılki uyanışı, soğukla dinlenmesi, sıcaklık arttıkça meyvelerini tatlı tatlı sunması—bunların hepsi birer ödül, birer mucize aslında.
Bu sıcakta güzel, soğuk sulu ve tatlı bir karpuz…
(Nerede o eski karpuzlar?)
Öğle sıcağında kavun, peynir, ekmek, domates, salatalık…
Ve hayatın merkezine oturan: su.
Sürekli ne yiyip içsek, illa ki bıkarız.
Ama şu su, öyle bir şey değil…
İlginç bir içecek; bıkmadan usanmadan, gece gündüz demeden tüketilen muazzam bir sıvı.
Su gibi…
Şeffaf, saydam, gösterişten uzak.
Doğal bir formda, feyz alınacak bir yapı.
Buhar ol, göğe yüksel. Bulut oluştur.
Yüklen, sonra doğaya, toprağa salın.
Topraktan süzül; yeraltına geçtiğin yolların lezzetini kendine kat…
Ve bir çıkış yolu bul.
Dokunduğuna can ol. Hayat ol.
Müthiş bir diyalektik bu…
Ağaca değer, yaprak olur.
Yaprak, meyveyi korur.
Meyve olur, yere düşer.
Karıncaya, kurda, kuşa yem olur.
Koyun yer; süt olur, yavru olur, et olur, yün olur…
İnsana yemek olur.
Tohum olur, sebze olur, yine yemek olur.
İnsan içer, büyür, adam olur—yaşam olur.
Su akarken testiyi doldurmalı.
Bunu toplumumuz çoğunlukla sadece “para kazanırken yatırım yapmalı” olarak algılıyor.
Ama su akarken—yani zaman varken—sevmeli, sevilmeli, kıymet bilinmeli, anlam kazanmalı.
Çocukken, dereye akan ince bir su yolu gibi…
Gençken, fırtına gibi akan bir nehir…
Orta yaşta, sakin sükûta sahip, iyi gelen bir formda olmalı insan.
Zaman varken, iyi olmalı.
Dert değil, çare olmalı.
Adam olmak, insan olmak da su gibi olmayı gerektirir.
Uyumlu olmak, sabırlı olmak…
İyi kötü yollardan geçmek ama geçtikçe kirlenmek değil, büyümek.
Sade olmak, efendi olmak.
Rahatsız edici değil; çare olmak.
Sırrı su gibi derin,
Fırtınası bir o kadar heybetli olmalı insanın.
Su gibi aziz olmalı…
Su, medeniyeti temsil eder.
Su gibi sade, su gibi asil olmalı insan.
Bir göl, bir nehir, bir şelale nasıl iyi geliyorsa insana;
insan da insana iyi gelmeli.
“Su gibi ömrün olsun, su gibi muradın olsun” dedirtmeli varlığı.
Temizliğiyle, berraklığıyla, taşıdığıyla, verdiğiyle…
Yolundan ayrılıp da birikinti olan da olacaktır.
O zaman da yosun olur, pis olur,
En sonunda çamur olur, bela olur.
Oysa su akmalı…
Dolu dizgin nehirler gibi,
Denizlere, okyanuslara…
Derin olmalı, heybetli olmalı.
Derman olmalı…
Hem insan, hem su.
Mevlânâ’nın ne güzel bir sözü vardır:
“Bir gün gelir açmaz dediğin çiçekler açar.
Gitmez dediğin dertler gider.
Bitmez dediğin zaman geçer.”
Ama hayat öyle bir şey ki,
Önce şükür, sonra sabır, sonra da inanmak gerekir.
Ve su gibi olmak…
İşte en çok o zaman anlam kazanır.
Bozkırın tezenesi, rahmetli Neşet Ertaş ne demişti?
“Şener gardaşım, gözlerinden öperim.
Bu sana olan sevgim yüreğimde kalmadı şükür.
Karınca kararınca bir katre, dünyana katılabildiysem ne mutlu bana.”
Ne güzel bir betimleme değil mi?
Bir damla mutluluk…
Bir damla ile ne olur ki demeyin.
Damlaya damlaya göl olur, nehir olur, deniz olur, okyanus olur.
Belki bir katre, bir yüreğin ateşine derman olur.
Belki son yudum olur,
Belki de âb-ı hayat olur…
Bir damla bazen çölde bir yudum hayat olur.
Kum kahverengiliği içinde vaha olur…
Yaşam olur, hatta cennet olur.
Bir damla sevgi bazen insana derman olur.
Bir dokunuş, bir söz, bir bakış…
Kimi zaman da suskun bir anlayış.
Dünya karmaşasında yitip giden nice insanın aradığı belki sadece bu:
Bir katre gerçeklik.
Bir damla merhamet.