Karanlıkta ayın doğuşunu izlediğim yerde, yine kendime has, kendimle sohbete başlıyorum. Ama nerede başlar, nerede biter; ben de bilmiyorum. Yazalım bakalım, altından ne çıkacak…
Geçen hafta İstanbul’da fark ettim de, insanlar gökyüzüne de hasret. Yüksek binalar, bitişik nizam yapılar… Rüzgâr bile tecritte; gökyüzü de uzak, toprak da.
Gece karanlığında, şehrin ışıkları bu kadar yoğun değilken, ay kadar yıldızlar da çok güzel gözüküyordu. İzlediğim, yazdığım ve müzik dinlediğim yerde ise kafein krizi patlak veriyor yine.
Kahvenin acısı, içimizin acılarını bastırdığı için mi mütalaa ediliyor; yoksa beyin reseptörlerini taciz ettiğinden mi, bilemedim şimdi.
Neyse… Kahvenin acı tadı ağzıma dağıldığı anda, beynimde bir türkü çığırıyor:
“Bir ay doğar ilk akşamdan geceden neydem, neydem…”
Arkasından başka bir ezgi sarıyor içimi:
“Aman bir doğar ilk akşamdan geceden… Uykusuz mu kaldın da bey mailim, dünkü geceden? Uyan bey mail, uyan…”
Bir türkü, diğeri uzun hava, iki ayrı coğrafya; iki farklı tür, aynı kelimeler… Ama aynı duygu. Kim kimden arakladı, bilinmez. Neyse…
Ayın bize bakan yüzü, dolunayda resmen şaşkın bir adama benziyor. Uslu durunca, Aydede’den gelen hediyeler çocukluğuma sürüklüyor beni.
Dünyanın uydusu, güneşi yansıtan; gecemize anlam veren ay neden “dede” olarak tasvir edilir? Bilgelik mi, yoksa eski Türk adetlerinden mi gelen bir deyim bu?
Hilal, yarım ay, dolunay… Ne alaka şimdi bayraklara simge oluyor?
Hoş, bir yandan da simge hayvanlar geliyor aklıma. Ruslar sordu mu ayıyı simge seçerken? “Bize yoldaşlık et,” dediler mi?
Peki biz, Orta Asya steplerinden çıkarken Bozkurt’a;
“Yav başkan, seni kendimize imge seçtik ama sonradan bu olay çok saçma yerlere evrilecek,” diye sorduk mu?
Selçuklular, ufak bir değişiklik yapmış; kartala dönmüş. Çift başlı kartal ile doğuya ve batıya bakan bir vizyon oluşturmuş.
Sonra da çaktırmadan ABD, kartala sahip çıkmış… Neyse.
Ama gökyüzüne dönersek:
Ay’ı izlemek, yıldızlara elini uzatacak kadar yakın hissetmek…
Ay doğmadan karanlıktaki tedirginlik, doğuşuyla birlikte güvene bırakıyor kendini.
Ama ne alaka? Hâlâ ilkel benlik içimizde mi?
Mısır mitolojisi geliyor aklıma:
> “Mısır panteonu, Yunan, Roma ve İskandinav panteonlarıyla birlikte dünyadaki en ünlü panteonlardan biridir.
Ra (veya Re), Mısır mitolojisindeki Güneş tanrısıdır. Ra’nın Dünya’da yaşamayan tek Mısır tanrılarından biri olduğuna inanılır. Bunun yerine, yaşlılığı nedeniyle gökyüzünde yaşar.
Ra, Güneş’i temsil eden bir güneş gemisine biner ve günün 12 saatini temsil eden 12 eyalette seyahat eder — böylece gündüzü yaratır.
Ancak Ra, her gün batımında ölür ve bu da dünyaya karanlık getirir. Ölü formunda, gece gemisinde Yeraltı Dünyası’ndan geçer.
Yeraltı Dünyası’ndaki seyahatleri sırasında Apep adlı yılan iblisiyle savaşır. Gün doğumunda Ra’nın Apep’i bir kez daha yendiğine inanılır.
Ra, bir kez daha ölene kadar güneş gemisinde seyahat etmeye devam eder.
İki gece tanrısı vardır. Khonsu, eski Ay tanrısı Iah’ı gölgede bırakan en yeni Ay tanrısıdır.
Khonsu, Ra’nın yokluğunda dünyayı dolaşarak insanları hedeflerine götürür.
Iah’ın bir yılda 365 gün olmasının nedeni olduğu düşünülmektedir.”
Birçok kültür, gün batımı ve doğuşunu mitolojisine taşımış. Neyse… Kahvemi fırtlatıyorum, bir puro yakıyorum (zararlıdır, tavsiye etmem).
O ne? Türk usulü Che Guevara mı oldum şimdi? Neyse…
Batan gün kana benziyor, yaralı cana benziyor.
“Esmerim vay, ah ediyor; bir gül için şu bülbül bana benziyor,” diyor iç sesim.
Saadettin Kaynak ne güzel yazmış…
Neyse… Ay da başını alıp gidiyor, serin bir rüzgâr eşliğinde. Yine bir gün daha geçti ömürden.
“Ay gidiyor, yüreğim yanıyor,” diyor Ahmet Kaya.
Gece ve gündüz gelip geçerken gündem geliyor aklıma acı, ölüm trajedi, ne ararsan var ve
Ulan… Nasıl da yakınından geçiyor Ahmed Arif’in şiirleri:
> Yangınlar,
Kahpe fırtınalar,
Korku çığlıkları
Ve irin selleri,
Aç yırtıcılar,
Suyu zehir, bıçaklar ortasındasın.
Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!
Pusatsız, duldasız, üryan
Bir cana, bir de başa…
Seher vakti leylim leylim
Cellât nişangâhlar aynasındasın.
Oy, sevmişem ben seni…
Ay’ın ışığında susup izlemeyi unuttuk. Kendimizi de unuttuk, hayal, umut, vizyon, geleceğe güzel bakmak bile uzaklaşmışken,
Gün doğumu zaten hak getire…
Yarış atları gibi bir o yana, bir bu yana — dıgıdık dıgıdık.
Ha bu arada… Güzel bir şarkı çıktı benden; bana armağan olsun.
Merak eden açıp dinlesin artık: Barış Diri – Derinden.
Hadi ben kaçtım.

























