“Bir zamanlar üzüm filizleriyle kurulan gölgeler, şimdi apartman duvarlarında anı olarak kaldı. Ne o sofralar var, ne de o sofraları kuracak insanlar…”
Mevsim normallerine dönen hava, serin ve rüzgârlı bir yaz akşamı.
Önümde koca bir salkım hönüsü üzüm var.
Sessizlikte, bir yaz gecesinde her şey iyi bir tonda ve daha fazla bir beklentim yok.
Aslında hayattan kati ve kesin bir beklentim yok.
Emanetçilik sırası bizde artık; vade tekmil olana kadar buralardayız işte.
40 yaş sendromuna girmedim.
Daha çok hızlı, ultra hızlı yaşayıp kabuğuna çekilenlerdenim.
Aslında bu sessizlik sevdası bende nereden çıktı, ben de bilmiyorum.
Kuru insan gürültüsü mü, makine ve ultrasonik sesler mi, yoksa normal insanların yaşadığı tüm duyguları hızlıca tüketmek mi sebep oldu, bu ayrı bir konu.
Sakin bir köşede “bana dokunmayan yılan gitsin vezir olsun bana değmesin” kafasında modumu kurmuş vaziyetteyim.
Bugün birçok platformda yazılan köşe yazılarını inceledim.
Daha ilk cümlelerde nefesim daraldı.
Kendi yazılarımda da aynı hataya düşüyor muyum diye düşündüm.
İnsan kendini göremez; iyisiyle kötüsüyle…
Ama ben, karalamaya ve kelimelerim yettiğince betimlemeye çalışıyorum.
Herkese selam, hönüsü üzüme devam.
Bilmeyenler “Bu hönüsü ne ki?” diyecektir.
Güzel bir sofralık üzüm çeşididir.
Ama hönüsü diye yediğim üzüm Kilis karası çıktı, iyi mi…
Tipi benziyor ama tadı fark ettirdi.
Biraz kalın kabuklu, etli, şekerli, sulu, güzel bir üzüm.
Gaziantep’te eskiden 65 çeşit üzüm yetişirdi.
Haziran’dan Ekim ayına kadar her dönem ayrı bir cins tezgâhta yerini alırdı.
Memlekette genel bir üzüm kültürü var, kimse farkında olmasa da…
Artık eskisi gibi pek kalmadı.
Müstakil evlerde çardak kurulur, her evin bir asması olurdu.
Yediveren asması olan bir evde ona gözü gibi bakılırdı.
Zamanı gelince rica minnet bir aracı bulunur, bir çubuk alınır ve evin önüne dikilirdi.
O çubuk etrafı taşlarla koruma altına alınır, giriş katın korkuluğuna bağlanırdı.
Daha uzayınca gidilir, tel alınır, çit çekilir, gövdeyi yakmasın diye bez bir iple dama doğru uzatılırdı.
Filizleri dama yetişince de artık çardak zamanı gelirdi.
Damda gölge bir alan mutlaka olmalıydı.
Dama göre sırıklar ayarlanırdı.
Geçerken nalburdan 5.5’luk ve 8’lik çivi de alınırdı.
Sokakta konu komşuda görünce, eğer elinde sırık olan adamın da elinden iş gelmiyorsa illa ki mahallede bir kalıpçı bulunurdu.
Bıçkıyı, keseri kapar gelir, akşamüstü serinliğinde istenilen nitelikte çardak kurulumu başlardı.
O arada dam yıkanır, çay demlenir, tütün tabakası elden ele dolaşırdı.
İş bitince komşuya yemek teklif edilir, “çocuklar bekler” der, çardağı kuran ev ahalisinin duası alınır, herkes evine giderdi.
İlk yıl cılızdır asma tabii.
Ama canlanıp yaprak vermişse ve çardağı kaplamışsa, Haziran ayında artık o alan bir yaşam alanı olmayı hak ederdi.
E, seyyar lamba lazım olurdu.
Git elektrikçi Mustafa ammine:
“Al şu parayı, 25 metre kablo, bir duy, bir fiş, acı bir de lamba al ha, Pilipis olsun, kırmadan al gel,” derdi babalar.
Elektrikçi de:
“Baban ne yapacak seyyarı?” derdi.
“Çardak yaptık, asma büyüdü,” dersin.
“Hee, iyi olur,” der, malzemeleri koyar, alır gelirdin.
Seyyar damda yapılır, kablo eve sallanırdı.
Evin hanımına seslenilir:
“Acı fişi tak!” der, fiş takılırdı.
Sarı lamba yanınca sevinç kaplardı evi:
“Eyi, karanlıkta gözümüz görmüyor, eyi ettin herf!” diye kocasına cilveyle söylenirdi.
Bu iş böylece hallolurdu.
Akşam, ev ahalisinin toplantı yeri çardak olurdu artık.
Akşam ezanından az önce, elini ayağını it yalasa doyacak evin oğlu gelirdi.
Evin kızı, akşama serin olsun diye ikindi ezanı sonrası damı yıkar, evin çalışan oğlu akşam ezanına doğru gelir.
Baba da geldi mi, hava kararınca yemek yenir, sohbet edilir, çay içilir.
“Çardak da eyi oldu, herf, sındak oldu bize,” yorumu yapılırdı.
Kapanışı ise evin reisinin aldığı karpuz ve günlük alınan sarı kavun kesilirdi.
Kavundan çıkan sulu çekirdek kısmı damda briket üzerine dökülür, kavun karpuz afiyetle yenir, döşekler serilir, yıldızlar izlenerek uykuya dalınırdı.
Gece ayaz oldu mu yorgan başa çekilir, güneşin ilk ışıkları ile uyanılırdı.
Yavan bir kahvaltı ile yola düşülürdü.
Evin hanımı ve kızı, ev ahalisi işe gider gitmez yatakları toplar ve evini temizlerdi.
Sabah en geç 7’de kapının önü ve cephesi süpürülmüş olurdu.
Ve yaz böyle geçerdi.
Asmanın filizleri ekşi ve lezzetli olurdu.
Evin haylaz çocuğu anasının söylenmesine aldırış etmez, çaktırmadan yerdi.
Üzümün olmamış haline “koruk” denir, ekşi olurdu.
Yediveren ise koparmak sorun olmazdı.
Ya tuzla yenir, ya evin gençleri kafa dengi ise bir salkım koparılır, yıkanır tazelenir, üstüne tuz, pul biber, nane konur, diğer kapak kapatılır, sallanır ve terleme ortaya çıkar, afiyetle yenirdi.
Evin hanımı işin ehli ise o ekşi koruğu ezer, salataya katardı çünkü yazın limon bulunmazdı.
Evin annesi ve özellikle babası, akşamüstü o korukları izler, manzaranın yaz boyu tadını çıkarırdı.
Ve Eylül ortasında üşümeye başlanınca üzüm toplanır, göz hakkı mahalleye dağılır, hasır kilim yataklar eve iner ve sezon kapanırdı.
Peki ya şimdi?
Çardak altında toplanan aile mi kaldı?
Pislik olmasın diye asmayı kökünden kesenler mi çoğaldı?
Bir taştan su içip, bir tencereden yemek yiyen mi kaldı?
Aynı karından çıkan ise, karnı doyunca o sofradan kalktı, şenlik dağıldı.
Çardak kuracak baba, ona bakacak ana da kalmadı.

























