Evet, doğru cevap: dağbaşı. En yakın yerleşim merkezi olan köye yaklaşık 5 km uzaklıkta, iki köy arasında bir dağbaşı.
Hilal şeklindeki ay ışığı vururken fıstık ağaçlarının silüetleri muazzam görünüyor.
Müthiş bir sessizlik… Sadece ateşin ışığı, odunun çıtırtısı ve semaverden gelen suyun kaynama sesi. En ilkel koşullar: su kaynağı yok, elektrik yok, tuvalet yok. Yaban doğa, sen ve müthiş bir bilinmezlik.
Alevlerin çıkardığı ışık ve ahenk müthiş; hem huzur, hem ışık, hem de yol arkadaşı… Elbette kontrolde tutulduğu sürece; tıpkı insan misali.
Çoğul kalabalıkların arasında kaybolan benliği ortaya çıkarmak, varoluşsal sorular sormak için muazzam bir ortam burası.
Bir insan ömrünü neye vermeli?
Nasıl gelmeli, nasıl gitmeli?
Aslını inkâr mı etmeli?
Yoksa bir ayağı toprakta, bir gözü uzakta mı olmalı?
Bence, bir parça dahi olsa toprağa sahip olmak müthiş bir şey. Mesire alanlarının kalabalığından ziyade, alan özgürlüğünün kilidi aslında.
Odun ateşi ışığında, üstünde gökkubbe, ayakların toprakta… Toprak ve ağaç ile iletişime geçip onları dinlemek, daha bir başka.
Bir cana, bir başa kalmak… Duldasız, üryan.
Üstünden kimler gelip geçti? İnsan, ağaç, kuş, kurt… Kimler kimler, neler neler…
Kuruyan bir ağaç, yitip giden bir insan misali.
Onun kuru odunu bana ateş oldu bugün; patlıcan, domates, biber közledim, mısır közledim, çayımı demledim. Ve artık alev bitti, köz oldu. Söndüğünde ise kül olacak; toprağa, ağaçlara, bitkilere derman olacak.
Belki farklı bir yaşam formunda geri dönecek. Müthiş bir diyalektik…
Tek başıma sessizliği dinlediğim bu yerden de nice insanlar gelip geçti. Büyük nenem, dedem, babam… Emanete kol kanat germe sırası bende şimdi.
Benim ayak izim, sesim, nefesim burada. Herkes bir şey ekleyerek gitmiş buradan; taş üstüne taş koyma sırası bende artık.
Düşünüyorum da; aslında anne babanın gidip geldiği yol, çizdiği çerçeve; evladın yaşadığı çemberi ve çerçeveyi belirgin hale getirmekte.
O güvenli çemberin dışında müthiş bir tehlike var aslında…
Ama içeride de büyük bir geçmiş.
Türkiye’nin belirli başlı birçok ilinde, birçok farklı kültürü deneyimleyip yaşadığım halde, kökümden kopamıyorum.
Köksüz, memleketsiz yaşamak; saksıda yaşamak gibi geliyor bana.
Köklerim toprağımda, gözlerim ufukta… Gelecekten uzak kalmadan, kökümden kopmadan yaşamak; geçmişin ayak izlerine basmak ve anlamak, “olmak”ın bir diğer adı.
Anne baba vizyonunu anlayan, onların anlatmadığını dahi anlayan birisi, bence “olmuştur.”
Elbette deniz anası ve iskele babası gibi ebeveynlerden bahsetmiyorum!
Anlamak, anlaşmak, anlaşılmak… Ve senden sonra bile anlaşılabilmek; işte gerçek boyutun anahtarı bu.
Ay gider, çay biter, ateş söner… Ben ufaktan savaş alanıma dönerim.
Bu yazı da artık burada biter.

























